'Kim düşmedi ki kıyıya...'

‘Kim düşmedi ki kıyıya…’

Menekşe Toprak FOTOÄžRAF: SELAHATTİN ÖZPALABIYIKLAR

AYSEL SAÄžIR

Radikal Kitap / 01/05/2009
Menekşe Toprak: ‘Bundan otuz yıl öncesine kadar insanların tutunabildikleri siyasi grupları ve kendilerini bu çerçevede tanımladıkları kimlikler vardı. 68 Kuşağı’nın bir ütopyası vardı. Bu ütopya dünyanın dört bir yanındaki insanları ortak bir duygu, bir inanç etrafında toplayabilmişti. Dünyayı değiştirebileceğinize inanmak nasıl muazzam bir duygu, düşünebiliyor musunuz? Bu bağlamda, Türkiye de dahil, Avrupa’da ya da ABD’de dinin, inancın yükselen bir değer olması bence tesadüf değil’

Menekşe Toprak öykülerinde, mekânları, şehirleri vatan yapan anıların, hikâyelerin peşinden giderek, her bir yaşanmışlığın izinin kaldığı kuytularda tutsak alınan ya da özgür kalan ruhların izini sürüyor. Hangi Dildedir Aşk’ta yaşadığımız çağın insanına, kadın ve erkeğine onlarla taa içeriden bir yerlerde buluşmayı, samimiyetle ilişki kurmayı başarıyor. Dolayısıyla da, kitabında hayat buluyor öyküleri. Toprak, kadınla erkeği biçimlendiren davranış kalıplarını, baskılanan ya da zaptedilemeyen içgüdüleri, olanakları, olanaksızlıkları, çocukluktan itibaren saklananları, insanı biçimleyen temel faktörleri titizlikle taşımış öykülerine. Hangi Dildedir Aşk’ın, iki Almanya ve iki Türkiye üzerinde şekillendiğini söyleyebiliriz. Her iki ülkede de yaşamış, ya da bunlardan birinde yaşamış ama diğeriyle yaşamsal ortaklıklar anlamında çok sıkı bağları olan insanların dünyasında gezinmiş. Dolayısıyla da, sınırları iki ülkeyi de aşan insan olma, kadın erkek olma durumu çıkmış ortaya. Hangi Dildedir Aşk’la ilgili Menekşe Toprak’la konuştuk…

Doğu’da Bir Yerde adlı öyküyle ilgili, “”aşkta örselenen bir erkek…””, “”her erkek bir gün mutlaka içindeki ikinci cinsiyeti keşfeder…””, “”erkekler mutlaka uzuvlarının dikine giderlermiş…”” gibi ifadelerin altını özellikle çizmek istedim. Ve aşkta örselenen her erkeğin sığınabileceği bir Anjelik’inin olması… Bu teselli durumu hakkında ne diyorsunuz? Bu öyküdeki ‘adam’ın politik bir geçmişi olduğu anlaşılıyor. Bu ‘adam’ için kendini ve yaşamı yeniden tanımlıyor diyebilir miyiz?
Buradaki Anjelik, sıcak, kucaklayan, çok şey yaşayıp gördüğü halde ruh olarak yıpranmamış, bir çocuk kadar heyecanlı, ama işveli ve cilveli bir kadın. Yani öyküdeki adamın düşlerindeki melek kadın. Ama heyhat, bulsa da burun kıvıracağı biri bu; çünkü aslında Anjelik aşırı şişmanlığıyla, pörsümüş bedeniyle erkeğin güzellik ideallerine uymayan bir kadın. Öyküdeki Selim adının Selim olduğunu kitabın ikinci öyküsü olan Hangi Dildedir Aşk’ta öğreniyoruz sevdiği kadın tarafından terk edilmiş, taptaze aşk acısıyla kıvranırken gözünü Berlin’in doğusundaki eski bir işgal evinde açıyor. Aslında Selim yeni biriyle karşılaşma şansına sahip olsa, bu aşk hastalığından hemen kurtulacak, hayal kırıklığı geçecek; teselli edildikçe, okşandıkça mağduriyeti son bulacak. Sizin anlayacağınız Selim gibi adamların işi epey zor.
Öyküdeki adamın gözünü açtığı yerin eski bir işgal evi olması, belki de bir zamanlar bu işgalde rol oynamış olan evin sakinleriyle buluşması, adamın bu siyasi geçmişiyle ilgili bir fikir verebilir okuyucuya. İşgal evini, devlet tarafından yasallaştırılmış, ama orada oturanların onun temsil ettiği bir siyasi geçmişe tutunmaya çalıştıkları bir mekân olarak kurguladım…

Babasını arayan kadının, ararken aslında kendini bulmasından önceki halini, insandaki tanımsız boşlukluklarla ilintilendirebilir miyiz? Bir de, iki kültür arasındaki farklılıklardan öte, iki kültürde de aynı duyumsamaları ve kaygıları yaşayan insanları temel almış gibisiniz. Sizce gerçekten de, çokça dile getirilen farklılıkların pratik yaşamdaki etkisi ikinci planda mı kalıyor?
Haklısınız, Hangi Dildedir Aşk öyküsü, hiç görmemiş olduğu ve İstanbul’da yaşadığını varsaydığı babasının izini süren kadının aslında hep eksik ve öksüz kalmış olan bir tarafını tamir etme, boşluğu doldurma çabasının hikâyesi. Genç kadın babasının bir zamanlar yaşamış olduğu yerleri keşfederken geçmişiyle, bugünüyle çelişkelerle dolu ürpertici bir kenti buluyor karşısında. Aslında bu öykü, bir yanıyla da benim İstanbul’u keşfimin hikâyesi diyebilirim. Sorunuzun ikinci kısmına gelirsek: Ben günümüzde Batı kentleriyle Türkiye’nin büyük kentlerinde yaşayan insanların sadece yaşam pratikleriyle değil, mentalite olarak da birbirinden çok farklı olduklarını sanmıyorum.

Yüzebilen Kelebek’te, baba ile erkek çocuk arasındaki gerginlik öne çıkıyor. Burada gösterilen baba tiplemesini Doğu toplumlarına özgü bir figür olarak mı gördünüz? Zorlama bir erkeklik durumu var diyebilir miyiz? Cinsel kimlikle ilgili yaşanan korkuların bu zorlamada payı var mı sizce? Bu öyküde çocuk açısından bakarsak asıl gümbürtüye gidenin sevgi ve güven olduğunu söyleyebilir miyiz?
Erkeğe dayatılan güçlü ve cesur olma gibi erkeklik rolleri Batı’da kuşkusuz epey yumuşadı, ama bunun bütünüyle ortadan kalktığını sanmıyorum. Bizde ise erkek çocukların erkekliğe zorlanması çok daha dayatmacı. Üstelik, Doğu kültürlerinde kafalardaki erkek tipi çok daha keskin şablonlara dayalı. Yüzebilen Kelebek öyküsündeki küçük çocuğun biraz ürkek ve pasif olması, annesine düşkünlüğü, ama bunun yanında güzel resimler çiziyor olması baba için onun bir gün tam ‘erkek’ olamayacağının işareti. Hatta satır aralarında çocuğun gelecekte eşcinsel olacağı korkusunu taşıdığını okuyoruz babanın. Oysa böyle bir çocuğun ille de eşcinsel olacağı sonucunu çıkarabilir miyiz? Hem varsayalım ki böyle bir çocuk gerçekten de büyüdüğünde hemcinslerine ilgi duydu. Türkiye’de kaç anne baba çocuğunun böyle bir yöneliminden haberdar acaba? Oysa böyle bir genç bu farklılığıyla toplumda kabul gören bir mesleğe sahip olsa, bu kimliğini gizlemek adına bir kadınla birleşip kendini, o kadını, hatta doğacak olan çocukları mutsuz etmek yerine, kendisiyle barışık bir birey olsa ne olur…

Öykülerinizdeki kadın figürlerini hangi kaynaklar besliyor? Onlarla kendi yaşamınız arasında bir paralellik kurduğunuz oluyor mu?
Valizdeki Mektup adlı ilk öykü kitabımda yaşamımla ilgili daha fazla paralellikler kurabileceğim durumlar, kadınlık halleri vardı. Hangi Dildedir Aşk’ta ise hikâyelerini yazdığı kahramanlarıyla karşılaşan siyah saçlı kadın olarak varım daha çok. Gerçek hayatta, sonradan yazacağım kahramanlarımla böyle karşılaşmalarım olmadı elbette. Doğu’da Bir Yerde adlı ilk öyküde Selim yazdığını bildiği ve başkalarının hikâyeleri peşinde olduğunu zannettiği bu kadına kendi serüvenini anlatmaya koyulurken yine de şüphe içindedir. Kadının, hikâyesiyle ilgilense de, kendisine yakın olanlara sarılacağını düşünür. Kahramanlarını bulmaya çalışan o kadın yazar ben miyim, o da çok kuşkulu. Çünkü bu da bir kurgu. Üstelik kurgu gerçekliği deforme etmeye çok meyilli.

İnsan ilişkilerinde yaşanan çıkmaz, yalnızlık sorunsalı, özellikle de iki cins arasında bir tür savaşa dönüşen ilişki tarzını toplumsal zemin üzerinde şekillendirip, söz konusu zeminden ayırmaksızın gözlemlediğiniz dikkati çekiyor. Son otuz yıldır Türkiye’de ve dünyada yaşanan değişimin öykülerinizi biçimlendirmedeki etkisini anlatır mısınız?
Öykülerimdeki figürler genel olarak kentlerde yaşayan bu İstanbul da olabilir, Berlin de bireysellikleri ön planda olan, bireyselleşmenin kaçınılmaz bir yanı olarak yalnızlaşmış insanlar. İstanbul’da kaç yalnız kadın yaşıyor? Hafta sonu ne yapacağını bilemeyen, tek başınalığını nasıl unutacağını planlayan kaç kadın ya da erkek var metropellerde? Bireyselleşme Batı’da çok daha uzun bir geçmişe sahip olabilir, ama bundan otuz yıl öncesine kadar insanların tutunabildikleri siyasi grupları ve kendilerini bu çerçevede tanımladıkları kimlikler vardı. 68 Kuşağı’nın bir ütopyası vardı. Bu ütopya dünyanın dört bir yanındaki insanları ortak bir duygu, bir inanç etrafında toplayabilmişti. Dünyayı değiştirebileceğinize inanmak nasıl muazzam ve güçlü bir duygu, düşünebiliyor musunuz? Bu bağlamda, Türkiye de dahil, Avrupa’da ya da ABD’de dinin, inancın yükselen bir değer olması bence tesadüf değil.

Hayal Kahvesi’nde, bir tür getto yaşamından bahsediyorsunuz. Çoğunun Türklerden oluştuğu, Doğu toplumu insanlarının yaşadığı bu semtin insanlarını bir tür sıkıştırılmışlık içinde veriyorsunuz. Aynı insanların kendi ülkelerinde de farklı olamayacakları çıkarsamasını yapabilir miyiz?
Hollanda, İngiltere ya da Almanya’daki Doğulu göçmenler, kendi ülkelerinde kalmış olsalardı muhtemelen büyük şehirlere göç edecek ve büyük çoğunluğu yine kendi gettosunu kuracak, kendi mahallesinde yaşayacaktı. Ama göçmenin Almanya gibi bir göç ülkesinde içinde bulunduğu gettoluluk hali bence biraz daha farklı ve çok daha sert kurallarla çevrili…Türkiye gibi melez toplumlarda ise ait olduğunuz kültürün rengine, ırkına fazla vurgu yapmazsanız, yani çoğunluğun içinde erimeye hazırsanız, gettodan kurtulma şansınız çok daha yüksekmiş gibi geliyor bana.