Yazar Menekşe Toprak „Hem oranın hem buranın parçasıyım“

http://www.taz.de/!5560381/

Yazar Menekşe Toprak ile Almanya’da Türkiyeli bir yazar olmak, çift kültürlülük ve yayıncılık sektörü üzerine konuştuk.

Burçin Tetik                                                                                                               24.12.2018                          

Toprak, bavul çocukları denilen, ailelerinin Almanya’ya göçerken arkalarında bıraktığı çocuklardan.

Yazar Menekşe Toprak, Kreuzberg’de bulunan kafenin sokak masalarından birinde oturuyor. Üzerinde ince bir kot ceket ve kışlık bir atkı var. Berlin’in içe işleyen soğuğunda kahve fincanıyla ellerini ısıtırken, on yıldır İstanbul ve Berlin arasında yaşadığını söylüyor. İstanbul, Kurtuluş’taki ufak dairesinden ve Neukölln’de uzun yıllardır yaşadığı evden bahsederken iki ülke arasındaki bölünmüşlüğünü anlatıyor gülerek: „Berlin’deki eve geliyorum, bir kitap arıyorum, İstanbul’da oluyor. Oraya gidiyorum, yumurta kabını arıyorum, sonra fark ediyorum ki o kap aslında Berlin’deki evdeydi. O anlamda artık gurbetliliği yaşamadığımı zannediyorum. İki yeri de evim hissediyorum.“
Toprak, Almancada „Kofferkinder“, yani bavul çocukları denilen, ailelerinin Almanya’ya göçerken arkalarında bıraktığı, yaz aylarında ebeveynlerinin Türkiye’ye gelmesiyle bir süreliğine ailesine kavuşan çocuklardan. 2011’de yayınlanan, göçmenliği ve geride bırakılan çocukları anlattığı ilk romanına bu yüzden Temmuz Çocukları adını vermiş.
Anzeige

Gülçin Wilhelm’in Generation Koffer kitabına göre, 60’lar ve 70’lerde akrabalarının yanında, ebeveynlerinden uzak yetişmek zorunda kalan toplam 700.000 Türkiyeli Kofferkind var. Toprak da çocukken dedesinin yanında, Kayseri’ye bağlı Sarız ilçesinde büyüyor, dokuz yaşına gelince ise altı sene boyunca kalacağı Köln’e, ebeveynlerinin yanına gidiyor. 15 yaşındayken Köln’den Ankara’ya ailesinin isteğiyle dönmüş. Kızlarının üniversite okumasını isteyen ebeveynleri, Almanya’da bir göçmen çocuğu olarak şansının azalacağını, Türkiye’de daha iyi bir eğitim alacağını düşünmüşler.
Ankara Üniversitesi’nde siyaset bilimi okuyan yazar, 28 yaşında iş için yeniden Almanya’ya yerleştiğinde başlarda Almanca konuşamıyor: „İlk kez tayinle geldiğimde havaalanında yol sorarken Almanca konuşmaktan korktum. Yanlış yapmaktan korktum, Almancayı daha iyi bilmeme rağmen İngilizce konuştum.“
Ancak bu çekingenliği uzun sürmüyor, 2002’de radiomultikulti’de işe başladığında Almanca redaksiyonda da yer alıyor. Bu esnada güncel Alman edebiyatını, özellikle de Judith Hermann, Julia Franck gibi o zamanlar yeni ünlenen genç kadınların yazınını takip etmeye başlıyor. Bir yandan da radyo için Türkiye’deki yazarlarla söyleşiler yapıyor. Yazmaya üniversite son sınıfta başlasa da iş hayatıyla beraber edebiyata zaman ayıramaz olmuş. “Okumaya bile zaman bulamaz olmuştum. Bankacılıktan yazabilmek için ayrıldım.“ diyor. Yazarın Valizdeki Mektup ve Hangi Dildedir Aşk adlı iki öykü kitabı; Temmuz Çocukları, Ağıtın Sonu ve Arı Fısıltıları adlı romanları olmak üzere toplam beş kitabı var. Kitaplarının çoğunda göçmen karakterlerin yanı sıra, Alman karakterler ve onların tecrübeleri de yer tutuyor.
Yaşadığı iki dillilik içinde edebi dilini Türkçe kurmayı tercih ediyor Menekşe Toprak: „Türkçe benim edebiyat evrenim. Bu evrenin beni koruduğunu düşünüyorum bazen. Siyasete, sürekli değişen gündeme ve kötülüğe karşı, edebiyatı koruyucu alanım olarak görüyorum.“
„Gezi direnişinden beri ne çok şey yaşadığımızı anladım“
Türkçeye olan derin bağına karşın, ülkede yaşanan olaylar Toprak’ta “memleketimi yitiriyorum“ duygusu uyandırmış. Toprak, 2016 yılında annesini kaybediyor ve annesinin cenazesinin kaldırıldığı gün İstanbul İstiklal Caddesi’nde beş kişinin hayatını kaybettiği intihar saldırısı yaşanıyor. 2016 yılı içerisinde Türkiye’de ikisi İstanbul’da, ikisi Ankara ve biri Bursa’da olmak üzere beş tane patlama meydana gelmişti. Toprak, “Annemin ölümüyle uğraşırken ülkede patlamalar oluyordu“ diye anlatıyor. Farklı kent ve ülkelerden birçok insanın ölüm dolayısıyla aynı köyde buluşmasını anlattığı son romanı Arı Fısıltıları’nı da tam bu sıralarda yazmaya başlıyor. “Yazdıkça aslında Gezi direnişinden beri ne çok şey yaşadığımızı anladım.“ Gezi direnişi sırasında polis tarafından vurulan ve bir yıl sonra vefat eden Berkin Elvan’ın cenazesi de, yaşanan patlamalar da ister istemez kitapta yer alıyor.
Toprak Türkiye’de yaşanan kayıplara rağmen, farklı bir kazanıma işaret ediyor: “Türkçe aslında bugünlerde Almanya’da, özellikle de Berlin’de hiç olmadığı kadar çok konuşuluyor.“
Eylül ayı içinde Murathan Mungan’ın Berlin’deki bir konuşmasında şehirdeki Türkçe konuşan yeni göçmen profilini iyice fark etmiş: “Büyük şehirlerden gelmiş akademik yüz oradaydı. Kimi vatansız kalmış yeni göçmenler, sığınmacılar… Okuma sırasında yazarın esprisini anında yakalayan kişilerdi.“
Son yıllardaki bu göçmen dalgasıyla beraber, Türkçe dilindeki üretimler önem kazandı. Ancak Toprak Almanya’daki bu potansiyelin görmezden gelindiği fikrinde:
“Berlin’de günde bir saat Türkçe yayın yapan radiomultikulti 2008 yılında kapandı, o tarihten sonra aynı frekanstan Berlinlilere seslenen WDR’e bağlı Köln radyosunun haftalık 10 saate yakın yayın süresi kademe kademe indirilerek iki buçuk saate düşürüldü.“
Toprak, 2015 yılında Türkiye’nin prestijli ödüllerinden Duygu Asena Ödülü’nü kazanan Ağıtın Sonu romanı geçen yıl Orlanda Buchverlag adlı küçük bir yayınevi tarafından Die Geschichte von der Frau den Männern und den verlorenen Märchen adıyla Almancaya çevrildiyse de, büyük Alman yayıncıların genel olarak Türkçe edebiyata mesafeli durduklarını biliyor. „Ne de olsa onlara göre buralı göçmeni Almanca anlatan yazarlar zaten var,“ diyor.
Almanya edebiyatı ve tarihi biraz eksik kalıyor
Alman yayıncıların çoğunlukla nitelikten ziyade belli bir tip Türkiyelilik ya da göçmenlik hikâyesi talep ettiği görüşünde. Bazen bu tür metinlerin sipariş edildiği duygusuna kapılıyor:
„Örneğin 2010-13 yıllarında Almanya’da doğup büyümüş nesil Türkiye’ye çalışmaya gitmeye başladığında, bir edebiyat ajansı Türkiye’ye dönen birinin hikâyesini yazdırmak istiyordu. Belli ki talep çoktu, yazdırıp bir yayınevine satacaklardı. Ben kendilerine Temmuz Çocukları romanımı yolladığımda bana ‘Biz güncel ve daha kolay okunan bir dönüş hikâyesi istiyoruz’ dediler.“
Halbuki Toprak’ın kitaplarında işlediği konular Almanya’daki okuru yakından ilgilendiriyor. Almanya’da yetişmiş Türkiyeli genç bir kadının, çocukken hayatına giren bir valizden yola çıkıp Almanya’nin Nazi tarihiyle yüzleşmesini konu eden „Valizdeki Mektup“ öyküsü bir dergi için Almancaya çevrildikten sonra Ballhaus Naunynstraße’deki okuma esnasında yaşlı bir Alman kadının ayağa kalkıp, “Siz bunu Türkçe yazmışsınız ama, aslında bu bizim hikâyemiz“ dediğini anlatıyor. Toprak’a göre Almanya edebiyatı ve tarihi bu ülkede yaşayıp başka dillerde yazan öznelerin metinleri çevrilmediği müddetçe hep biraz eksik kalıyor.
Konuşurken gözleri kısılıyor, soğumuş olan sütlü kahvesinden bir yudum alıyor. Önüne çekilen bu görünmez setin yarattığı yorgunluk yüzünden okunsa da, farklı göçmenlik hikayelerini yazmaya devam etmekten vazgeçmemiş. Şimdilerde üzerinde çalıştığı kitap 30’larda Berlin’e yerleşen bir Türk kadını hakkında.
Yazar Türkçe yazsa da dilinde Almanca edebiyatın atmosferinin bulunduğunu, hatta bazı çevirmenlerce bunun “Almanca dünyasının aurası“ olarak tanımlandığını söylüyor: „Türkçe yazmama rağmen metinlerimde Almanca da var. Çünkü ben hem oranın hem buranın parçasıyım.“