Valizdeki Mektup,Söyleşi

Yazar Duvarlarını Yıkınca””¦

Nida Nevra Savcılıoğlu, Varlık Dergisi, Mayıs 2007

Batılı insanın meselelerini kendi meselelerimizden çok farklı bulduğumuz zamanlar geride kaldı. Batı rüzgârının verdiği hissi tanıyor, bu rüzgârı bir iklim değişikliği olarak algılamıyoruz çoğu zaman, yine de ayrıntılarda gizlenen farklılıkları yakalayabiliyoruz. Görüyoruz ki, yalnızlaşmaya başlayan, zamanın hızına ayak uydurmakta zorlanan insanların yollarını cinsel kimlikler, gelenekler, ahlâk anlayışları ayırabiliyor. Varoluş mücadelesinin zorlayıcılığı ise yine aynı noktada birleştiriyor insanları. Berlin´de yaşayan Menekşe Toprak, Valizdeki Mektup adlı ilk kitabında Doğu ile Batı insanının buluştuğu ve ayrıldığı noktaları, temelde ise modern insanın durumunu anlatıyor. Almanya’da bir yabancı olarak edindiği yaşam tecrübesini de edebiyat aracılığıyla aktarıyor okuyucusuna.

Almanya ve edebiyat yolundaki maceranızdan başlayalım isterseniz””¦
Ailem Almanya’ya ben çok küçükken gitti. Onlarla bir araya gelene kadar Kayseri’de, dedemlerle kaldım. 8 yaşıma köyde ve kasabada yaşadım, sonra ben de ailemin yanına gittim. Evimizde kitap yoktu. Almanya’nın her yerinde halk ve şehir kütüphaneleri vardı. O zamanlar Almanca bilmiyordum. Evimizin yolu üzerinde bir Türk kitapçısı vardı, sıkça önünden geçerdim. İlk kitabımı oradan aldım, daha sonra kütüphanede Türkçe kitaplar bölümü olduğunu fark ettim ve oradan da kitap almaya başladım. 15 yaşımda Ankara’ya geldiğimde Yaşar Kemal’i, Orhan Kemal’i okumuştum. Türkçe kitaplar bölümündeki bütün klasik Türk yazarlarını okumuştum, çünkü yaşıma göre kitap seçme şansım pek yoktu. Film seyreder gibi roman okuyordum. Üniversite yıllarında edebiyatın farklı şekilde okunması gerektiğini kavradım ama o zamana kadar edebiyatın içinde olduğumu, pek çok yazarı tanıdığımı gördüm. Yazma serüvenim ise, üniversiteyi bitirdikten sonra başladı. Yazıyordum ama daha önce yazdıklarım çok kişisel şeylerdi. Ayrıca edebiyatı da yazarı da çok ulaşılmaz bir noktada görüyordum. Çok kopuk bir çocukluk dönemi geçirmiştim. Almanya ve Türkiye, Almanca ve Türkçe arasında sıkışıp kalmıştım.

Başlangıçta engel olarak gördüğünüz şeylerin üstesinden nasıl geldiniz?
Bu öykülere ulaşana kadar önce kendi dilimi bulmam gerektiğini biliyordum. 23 yaşında bir şeyler yazmaya başladım, roman yazmayı bile denedim ama soluğum yetmedi, belki de yaşam biçimim el vermedi. Bankacılık zamanlarımda “”yapmak istediğim başka bir şey var”” diyordum ama o nedir, bilemiyordum.

Öykülerinize de buraya kadar anlattıklarınızın bir parça yansıdığını görüyoruz, katılıyor musunuz?
Valizdeki Mektup, Eve Dönüş, Karşılaşma gibi hikâyeleri, böyle bir yaşantım olmasaydı yazamazdım, o kahramanları hiç tanımamış olacaktım çünkü.

Çocukluğunuzun izlerini Yokuştaki Kız’da aramak doğru olur herhalde””¦
Her öyküde bire bir etkilendiğimi söyleyemem kendi yaşantımdan. O hikâyeyi aynı zamanda pek çok göçmen çocuğun hikâyesi olarak okuyabiliriz. Öyle bir yokuş benim hayatımda vardı ve ailem Almanya’ya gittiğinde o yokuşa bakar, “”bu yol beni onlara götürecek”” diye düşünürdüm. Anlattığım köyü sonra gidip görmedim, o kurguladığım, ama önceden kısmen bildiğim bir köydür. Okulun açılmasını bekleyen, ailesini bekleyen kız kısmen benim. Ama hikâyenin bütünü, köye giden adam tabii ki kurgu.

Farklı temalar üzerinde yoğunlaşmışsınız. Tüm öykülerinizin çekirdeğinde ise yalnızlık teması göze çarpıyor. “”Yalnızlığın halleri”” denilebilir belki öykülerinizin bütünü için, ama yeteri kadar açıklayıcı olmaz elbette. “”Yalnızlık ve ahlaki önyargılar””, “”yalnızlık ve kadınlık meselesi””, “”yalnızlık ve göç”” gibi başlıklar atılabilir demek istiyorum.
Kesinlikle. İnsanın iç dünyasını anlatacaksanız, yalnızlığı daha çok yakalarmışsınız gibi geliyor bana. Bir insanı başka bir insana anlatabilmeniz için kendi kendinizi yoklamanız gerekiyor diye düşünürüm. Umarım bu kitap da biraz öyle okunur. Dürüstlüğe önem veriyorum. “”Yazıda dürüstlük”” otobiyografik özelliklerin tam manasıyla verilmesi anlamına gelmemeli. Dürüstlük derken, hassasiyetleri paylaşmak ve kendi karmaşanıza eğilmek, soyunmak demek istiyorum.

Güzel Bir Gün bence soyunabilen bir yazar olduğunuzu göstermesi açısından önemli bir öykü, sizce de öyle mi?
Güzel Bir Gün adlı öykümde kaza geçirmiş bir kadını anlatıyorum. Kocasının, başka bir erkeğe ilgisi olduğunu bilen, kendisinin sebep olduğu bir kavga sonucu kaza geçiren; kocasının ölümüne, kendi bacağının da kopmasına neden olan bir kadın””¦ Kazadan sonra hiçbir şeyin farkında olmayan””¦ Beyninde yaşıyor her şeyi, bir beyin kanaması geçirmiş ve bugüne ve düne gidiş-gelişleri olan bir kadın””¦ Onun bilinçaltındaki korkularını anlatabilmem için benim kendi derinliğime de inmem gerekiyordu. Ben bir gazeteci olarak insanlara gidip “”cinsellikle ilgili ne tür korkularınız var”” diye soramam. Araştırabilirsiniz ama temelde kendi kendizi yoklamanız, ortaya koymanız gerekiyor. İnsanların hikâyelerimi sahici bulmasının nedeni olarak bunu görüyorum, dürüstlük olarak tanımladığım şey işte bu. Edebiyat, biraz da böyle dürüst bir yaklaşımın içindeki oyun gibi””¦

İsterseniz o öykünüz hakkında biraz daha konuşmaya devam edelim. Diğerlerinden farklı bir anlatım yöntemi kullanmışsınız. Kurgusu ve dili diğerlerinden epey farklı.
Yakından tanıdığım 75 yaşındaki bir kadın beyin kanaması geçirmişti. Beyin kanamasında damarlar tıkanıyor ve beyin kendi işlevini yapamamaya başlıyor. Hafıza kaybına da yol açıyor bu durum. Bu haldeyken beni 30 yıl önceki bir arkadaşıyla karıştırdı, ölmüş olan çok yakın bir dostundan bahsetmeye başladı ve onu görmüş olduğunu söyledi. Bütün bunlardan çok etkilendim ve içinde yaşadığı duruma karşın çok huzurlu olduğunu fark ettim. Beyni ve vücudu birbirinden bağımsız hareket ediyordu, mutlu görünüyordu. Bir insanın beyni ile bedeni farklı çalışırsa ne olur? Bugünden kopunca ne olur? İnsanların bilinçaltından neler yükselir, neler yüzeye çıkar? “”Baba”” ve “”cinsellik”” korkularının çok da farkında olmadan yaşıyoruz, böyle bir durumda bu korkular nasıl ortaya çıkabilir diye sordum, böylece 30 yaşında bir kadını bu öykünün kahramanı yapmaya karar verdim.

Bu aynı zamanda tam manasıyla bir yalnızlaşma hali””¦
Evet, çünkü hafızasında geçmiş ve bugüne kadar su yüzüne çıkmamış olan gerçekler var ama bugün yok. Kitabın içinde bu anlamda önemli bir öykü olduğunu düşünüyorum.

Özellikle göçü konu alan hikâyelerinizde kahramanlarınız dünyanın farklı köşelerinde yaşam tecrübesi edinmiş olabiliyorlar ama dönüp dolaşıp geçmişlerine geri dönüyorlar.
Eve Dönüş’teki ben anlatıcı, bir Alman kadın. Onun Yeni Zelanda’ya gidip, Berlin’deki 50 metrekarelik evini özleyişi ile oraya geri dönerken içinden geçtiği duygulanım halini anlattım. Onun evinde kalan Türk kadınının nasıl yaşamış olduğunu düşünüyor. Çağımızın en belirgin niteliği göçerlik hali. İnsanlar artık gökyüzünde yaşıyorlarmış gibi geliyor bana. Ben de öyle yaşadım. Kayseri’de, Ankara’da, Polonya’da ve Almanya’nın değişik kentlerinde… İnsan yazarken kendine dönüyor. Yazarken, bu işin korkuyla karışık bir iş olduğunu da düşünüyorum. Ben yazmaya başladığımda çok korkuyordum, kırmam gereken duvarlar olduğunu düşünüyordum. “”Batının yalnızlığı”” konusunun sadece göçle ilgisi yok tabii, mesela Park adlı hikâyede yerleşik bir kadını anlatıyorum . Bilinçaltımızdaki baskılarla başetmeye çalışırken, kentleşmeyle birlikte hızla yalnızlaşıyoruz. Bu yalnızlık biçimi özellikle Almanya’da çok yaygın. Köpek ve kadın ilişkisinin doğuş nedenini şöyle anlatayım: Mesela Berlin’de bir dönem Almanların yoğunlukta olduğu bir semtte yaşadım. Burası kısmen lüks bir semtti. Sokakta yaşlı kadınlar ve köpekler dışında pek kimseyi göremezdiniz. Bu beni çok etkilemişti, yalnızlaştırmıştı, hatta korkutmuştu. Altı ay yaşayabildim orada, daha sonra mümkün olduğu kadar çok yabancının bir arada yaşayabildiği bir yere gittim. İnsanların birbirleriyle iletişim kuramadıkları için köpeklerle kurdukları ilişkiyi yakından görmek bana Parkta’yı yazdırdı.

Batıya adepte olmuş kadınlarla erkekler denvar hikâyelerinizde, göç sebebiyle oluşmuş bir bocalama durumu aşılmış, öykü konusu olmamış sizin için. Doğuda bir batılı olmanın, ya da batıda bir doğulu olmanın yarattığı karmaşaların çok dışında kalıyor öyküleriniz.
Sizce bu Türkiye’ye yabancı olan bir şey mi?

Batıya ait bilgi bize sürekli aktığı için hayır ama bu Türkiye’nin farkında olmadan izlediği, yakında kendince bir form vererek benimseyeceği, kabul etmek zorunda kalacağı bir yaşam tarzı.
Edebiyatta globalleşme de herhalde bu olsa gerek. Dünya edebiyatıyla haşır neşir olan birinin bu öykülere yerel demesi olanaksız. Bugün Yeni Zelanda’da, Berlin’de, Ankara’da geçen öykülerin kahramanları aynı dertten mustarip olabiliyor, bu durum artık okuyucu tarafından da doğal karşılanıyor.

Kadınlar da erkekler de birbirlerinin yabancılaşma ve yalnızlaşma süreçlerini hızlandırıyorlar öykülerinizde.
Ben bahsettiğiniz şeyin bu çağın sorunu olduğunu düşünüyorum. Kadınlar kadın hareketiyle birlikte eskiye göre pek çok hakkı elde ettiler. Erkek bu durum karşısında bocalıyor bir yandan. Kadının kazandığı konuma alışamıyor ve hâlâ içindeki öğrenilmiş erkekliği yaşatma mücadelesi veriyorlar. Seçilmiş adlı öyküde bunu anlatmaya çalıştım. Almanya’da, Berlin’den Uzakdoğu’ya, Latin Amerika’ya giderek genç kadınlarla geri dönen erkeklerin sayısı o kadar fazla ki””¦ Eskiye oranla boşanmalarda da bir artış olduğunu hepimiz görüyoruz. Eskiden anne babalarımızın evlilikleri bu kadar uzun sürerken biz neden bu denli hızlı boşanabiliyoruz ya da evlenemiyoruz, neden korkuyoruz, neden ilişkiler bu kadar kısa sürüyor? Kadının erkeğe yakınlaşması ve erkeğin bu yakınlaşmayı kabul edememesinde arıyorum bu soruların cevaplarını. Erkek hâlâ o cici kadını arıyor, kadın da hâlâ biraz cici olmak istiyor aslında ama bunu eskisi gibi yapamıyor.

Seçilmiş adlı öykünüzde “”Soğukluk başka, kadının kendi cinsiyetinden çıkıp erkekleşmiş olması başka. Bence Batı’nın en büyük sorunlarından biri bu, belki çöküşü de böyle olacak”” demişsiniz.
Öyküdeki kahramanım farkında değil ama öyle bir arayış içinde. O da arkadaşı Paul’ün gidip Filipinler’den kendisinden otuz yaş küçük bir kadını getirmesi ile kendi arayışı arasındaki benzerlikleri görüyor. Onun da aradığı, düşünde gördüğü böyle bir şey.

Geçmişi tartıyor, analiz ediyor, geri dönüyorlar kahramanlar. Kendi geçmişlerinde ne arıyor bu insanlar?
Geçmişe bir özlem, günümüze bir eleştiri var hikâyelerimde. Valizdeki Mektup öyküsünde çocukluğa dönüş var. Annesinin dünyasına dahil olmak isteyen çocuğa bir özlem var. Bugün artık yetişkin bir kadın olarak aşkı da dahil olmak üzere pek çok hissin eskisi gibi yaşanmıyor oluşunu kavrayış var. Karşılaşma, karakterlerimin bu halini özetleyen bir öykü aslında. Eski heyecanları yakalayamıyor insanlar. Bugün öğrendikleri şeyler, çocuklukta keşfettikleri şeyler kadar heyecalandırmıyor onları. Dünyayı eski heyecanlarıyla kavrama isteğine özlem duyuyorlar.

Kahramanlarınız modern yaşama ayak uyduramıyor diyebilir miyiz?
Öykülerimin insanın modern yaşama ayak uyduramamasına, uydurmaya çalıştığı anda da bocalamasına işaret ettiğini düşünüyorum. Bu beni fazlasıyla ilgilendiriyor. Her şeyin yeni olduğu bir dünyada birileri bu yeniliklere bir dur desin, biraz yavaşlayayım istiyorum. Her şey çok hızlı, yavaş ve sakin olmayı unuttuk büyük şehirlerde. Gazetecilik yaptığım için bu çelişik durum belki daha çok gözüme batıyor. Yavaşlığı özlemek eskiye götürüyor insanı.

Radyoda kültür sanat programı yapıyorsunuz. Bize Almanya’nın edebiyat ortamından ve cağdaş Alman yazarlarından bahseder misiniz?
Benimle aynı yaşta olan Judith Hermann’ın öyküleri beni çok etkilemiştir, hatta kendisiyle bir röportaj da yapmıştım. O da Berlin’i anlatmıştır. Berlin duvarının yakıldığı zamanki Berlin’i, modern insanın çalkantılı yaşamını anlatan bir yazar Hermann. Almanca yazan eski yazarları tabii daha çok seviyorum günümüz yazarlarından, Kafka, İngeborg Bachman gibi. Onların ruh dünyalarını ya da yazma dürtülerini daha sahici, kendime daha yakın buluyorum. Ayda bir kere Alman edebiyatına, bir kere de Türk edebiyatına değiniyorum radyo programlarımda. Dolayısıyla çok sık söyleşi yapıyorum ve şunu söyleyebilirim ki Türkiye’nin edebiyat atmosferi çok daha renkli. Almanya’da doğru dürüst bir öykücü ya da edebiyat dergisi bulamazsınız. Türkiye’deki hareketliliği takip etmekte çok zorlanıyorum ve bunu çok olumlu buluyorum.

Almanya’daki Türk yazarlar hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Türk olarak Almanya’da yaşamanın getirdiği pek çok sıkıntı var. Egzotik olma durumunuz doğuyor kendiliğinden. Almanya’da kitap yayımlamış Türk kökenli yazarlara Alman yazarlar denmeli Almanca düşünüp, Almanca yazdıkları için. Tüm bu isimlerin egzotik olmaları gerekiyor gibi bir düşünce hakim ve beni çok rahatsız eden bir konu bu. Son zamanlarda piyasaya çıkmış Türkiye kökenli yazarların kitaplarında müslüman kadınların sorunları, onların baskı altında tutuldukları anlatılıyor, ya da buna benzeyen konular üzerinde duruluyor. Böyle bir gerçek de var ayrıca, Doğu’dan gelmiş müslüman bir kadının yaşam pratiği ile bir Alman kadınının yaşam pratiği birbirinden çok farklı. Buna kitaplarda, gazetelerde rastlamanız sizi yadırgatmayabilir ancak edebiyatta bu meselenin bu kadar ön plana çıkıyor olması ve çoğunlukla Batı’nın kafasındaki şablonlara hizmet etmesi çok rahatsız edici. Her yazar için söylemiyorum bunu, ama böyle bir eğilim ve beklenti var. Güçlü edebiyat şablonları, karton karakterleri kabul etmez.

Kimleri kendinize yakın bulduğunuzdan, sevdiğiniz hikayecilerden bahsedelim isterseniz””¦
Belli öykücülerin belli hikayelerini seviyorum. Şimdi aklıma 70’lerde yazmış olan kadın yazarlar geliyor, bazılarının bazen bir fikri ululama ve öyküye yedirme yaklaşımları bana yabancı geliyor. Ama mesela Füruzan’ın Benim Sinemalarım’ı ayrı tutuyorum. Pınar Kür’ün Bir Deli Ağaç’ını da””¦

İlk kitabınızın yayımlanmış olması bundan sonraki çalışmalarınıza hız kazandırdı mı?
Yazmaya devam ediyorum. Öykülerde kendimi tekrarlamak istemem. Ele aldığım temalar benim için önemliydi ve ortaya bu kitap çıktı. Yabancı olma, dışarıda olma, yabancılaşma temaları sanki öykülerimde hep olacak ama çok daha farklı deneyimler ve figürler de olacaktır. Bir süredir İstanbul’dayım. Bu sefer muhtemelen İstanbul da girecektir öykülerime, ama eminim buraya da dışarıdan geldiğim için bir İstanbullu gibi yazamayacağım. Edebiyatta özellikle öykü ya da şiir yazacaksınız önce kendi içinizdeki duvarları yıkmanız gerekiyor. Benim belki bu kadar geç edebiyata atılmış olmamı böyle açıklayabilirim. Benim bazı duvarları yıkmam gerekiyordu.