Parçalanmışların iç sesleri

Parçalanmış göçmen bir aileyi anlatıyor ‚Temmuz Çocukları‘. Bir yarısı Almanya’da, diğer bir yarısı Türkiye’de kalmış insanların dünyasına odaklanıyor

Öykü kitaplarıyla tanınan Menekşe Toprak, ilk romanı ‚Temmuz Çocukları’nda, göçmen bireylerin aşklarına, özlemlerine iç dünyalarına bakıyor. İki ülke kültürü arasında kalmış insanların trajedileriyle birlikte yaşadığımız çağın realitesini de kitabında öne çıkaran Toprak’la, karakterleri ve romanı hakkında konuştuk.

Kitabın ismiyle başlayalım. ‚Temmuz Çocukları‘ bildiğimiz anlamıyla temmuz ayında doğan çocukları anlatmıyor…
‚Temmuz Çocukları’yla, göç nedeniyle Almanya’daki anne-babalarından uzakta, Türkiye’de büyümüş çocukları anlatmak istedim. Bu çocuklar, ailelerini çoğunlukla yazları, özellikle de temmuz aylarındaki izin dönemlerinde yaşayabildiler. Romanımdaki ana karakterlerden Aysu böyle biri. Bu roman biraz da bu çocukların ruh hallerini, dünyalarını, hastalıklı hallerini anlatıyor.

Ama birbirine paralel daha pek çok hayatı da anlatıyor roman. Mesela 68 Kuşağı’ndan Alman Klaus gibi.
Evet, Klaus, romanın kilit karakterlerinden biri, zira kendisi bunun farkında olmasa da, Aysu’nun ablası Süheyla ile yaşamış olduğu yasak aşk ilişkisi Aysu ve ailesinin yaşamında önemli kırılmalara neden olmuş. Klaus, Süheyla’nın ilk büyük aşkı iken, Klaus için bu aşk sadece bir kaçamak. Çünkü Süheyla evlidir, bir çocuğu vardır ama daha da önemlisi Klaus’un çok ürkerek uzaktan izlemekle yetinebildiği yabancı ve Müslüman bir kültüre mensup bir kadındır.

Kültürel çatışmaları ve bunun yarattığı korkuları sadece Klaus yaşamıyor. Türkiye’deki Alevi-Sünni çatışması neredeyse romanınızın kilit noktasını oluşturuyor…
Aysu’nun babaannesi bir zamanlar dedesi tarafından Tunceli’den bir Orta Anadolu kasabasına kaçırılmış bir Alevi kızı, yani bir Kızılbaş. Aysu’nun babası Sabri Bey, kasaba kırsalında ‚Kızılbaş’ın Dölü‘ lakabıyla büyümüş ezik bir melez yani. Ama annesinin dışlanan bu kimliği ve ‚Kızılbaş’ın Dölü‘ küfrü Sabri Bey’in psikolojisini öyle etkilemiştir ki bu durum en yakın arkadaşı Dursun’un hayatına mal olmuştur. Bu ölüm Süheyla’nın, ailenin hatta Aysu’nun yaşam çizgisini önemli çapta değiştirmiştir. Ancak babaları Sabri Bey dışında kimse bunun farkında değil.

Süheyla bir yandan romanın önemli karakterlerinden, hatta aileyi hem ayıran hem de birleştiren bir figür. Ama Süheyla sadece romanın sonlarında, o da çok trajik bir halde çıkıyor karşımıza. Süheyla neden bu kadar belirsiz?
Süheyla için göç tarihindeki yitik ikinci kuşağın bir temsilcisi diyebiliriz. Annesi Almanya’ya çalışmaya gittiği için henüz on bir yaşındayken küçük kız kardeşi Aysu’ya annelik etmiş, ergenlik çağında Almanya’daki ailesinin yanına gitmiş, babası tarafından sevmediği bir adamla zorla evlendirilmiş, kadınlığını ve aşkı geç keşfetmiş bir ara kuşak kadını. Biraz sessiz ve görünmez olarak yetişmiş. Ama Süheyla karakteri sadece Almanya’ya göçün tarihinde eşikte duran bir kadın karakter değil benim gözümde, modernleşen ve kentleşen Türkiye kırsalının kadını da aynı zamanda. Ses çıkarmayı, karşı koymayı küçüklükten itibaren öğrenmemiş, öğrendiğinde ise nefesi buna yetmemiş, dışarıdan gelen şiddeti kendine yöneltmiş sessiz bir kadın.

Roman, bir yılbaşı gecesi Ankara’da bir kahvede oturan Aysu’ya gelen bir telefonla başlıyor. Ve telefon roman boyu kah Ankara’da kah Almanya’nın karla kaplı bir kentinde çalmaya devam ediyor. Hatta kitabın bir bölümü Çevirmeli Telefonlar başlığını taşıyor.
Bu roman parçalanmış bir göçmen ailenin romanı. Dört çocuklu ailenin ikisi Türkiye’deki dede, teyze yanında, hatta yatılı okullarda büyümüş, diğer kısmı bir ise Almanya’da kalmış. Bu, altmışlı ya da yetmişli yıllarda geçen bir roman olsaydı, muhtemelen kişiler birbirleriyle mektuplar, kasetler aracılığıyla iletişim kuracaklardı. Ama roman doksanlı yılların sonlarını anlatıyor. Bu nedenle telefon başat bir yere sahip. Telefonun simgesel bir anlamı da var: O, bir yandan uzakları yakınlaştırmanın bir aracı ama öte yandan mesafelerin oluşturduğu yabancılaşmayı ve kopukluğu bertaraf etmeye yetmeyen durumun simgesi.

Bu kitabınızın ne kadarı otobiyografik?
Aysu’nun defterine yazdığı hikâyeler, genç bir kızken yaşadığım yabancılaşma duygusunun karşılığı diyebilirim. Ben de tıpkı Aysu gibi on beş yaşımdayken Almanya’dan Ankara’ya geldiğimde, şehir bana çok tozlu, koyu, inanılmaz ürkütücü ve yabancı gelmişti. Ama romanda anlatılan yasak aşk ilişkisi, bu ilişki nedeniyle parçalanan aile, Sabri beyin sırrı tamamen kurgu, benim ailemle ilgisi yok.
Kitabın hemen başında, Aysu şöyle bir cümle kuruyor: Benim hikayem burada başlamıyor““¦Ve sonra „“ben şimdikinden farklı kadın da olabilirdim diye devam ediyor: Taşralı bir kadın, ezik bir göçmen kadın Ya da bunlardan hiçbiri diyor hemen sonra: Kasabadan çıkmış bir tıp doktoru veya Almanya’da iyi eğitim almış bir dünya vatandaşı.

Aysu’nun bu saydığı olası kadın tipleri roman boyunca farklı figürlerle karşımıza çıkıyor diyebilir miyiz?
Galiba yapmak istediğim tam da buydu. Aysu’nun yaşam çizgisindeki olası ben’leri, romana müdahil olan farklı kadın tipleriyle anlatmaya çalıştım diyebilirim. Süheyla Aysu’nun o çok korktuğu ezik göçmen kadın, kardeşi Aziz’in sevgilisi Meltem ya da Klaus’un yanında işe başlayan üniversite öğrencisi Asiye, kendine güvenen 3. nesil kadın tipine örnek. Kitabın sonunda Anadolu’daki kasabada karşısına çıkan Seher ise taşralı kadın““¦ Aysu ise Ankara’da, kendi arızalarının farkında olan,ama kendisi hakkında fazla konuşmayı sevmeyen bir memur.

O halde gelelim Aysu’nun kendini tedavi etme biçimine. İçe kapanık, kişisel tarihini, ailesini, psikolojik sorunlarla boğuşan ablası Süheyla’nın durumunu en yakın arkadaşı Canan’la bile paylaşamadığı yazıya sığınıyor.
Aysu’nun bu suskunluğunu utançla açıklayabiliriz sanırım. Aysu aşktaki başarısızlığını ama en önemlisi de aidiyetsizliğini ailesinden kopuk yaşamış olmasına bağlıyor biraz. Ama hem bu taşralı göçmen aileden hem de kendi acısından ve mağduriyetinden utanıyor. Konuşmamayı tercih ediyor. Bu yüzden bir defter tutuyor. Ancak yazarken de kendisinden uzaklaştığını, başka hikâyeler kurmaya başladığını fark ediyor. Aslında utanç nedeniyle konuşmamayı bazen toplumların karakteristiğinde de görebiliriz. 68 Kuşağı Klaus, Almanların 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki suskunluğunu, Nazi döneminde yaşanmış facianın utancına bağlıyor.

Mekânlar, değişen kentler ve doğa romanınızda önemli bir rol oynuyor, insanların ruh hallerine göre güzelleşip çirkinleşebiliyor. Mekânlar öykülerinizde de neredeyse kişileşen bir özelliğe sahip sanki…
Bu biraz da göçebeliğimle ilgili. Ben çocukluğumdan beri sürekli mekân değiştirmiş biriyim. İlk kez yeni bir mekana vardığınızda ya da terk ettiğiniz şehirlere yeniden döndüğünüzde önce mekanları ve bütünün karakteristiğini görürsünüz. Detaylar, ilişkiler daha sonra devreye giriyor. Hatta mekânlar kişilerle gireceğiniz ilişkiler konusunda bile belirleyici olabiliyor ki romanda biraz da bunu yazmayı denedim. Romanımda değişen ve sürekli genişleyen Ankara önemli bir rol üstleniyor.