Okuduğum Kitaplar(Metin Celal)

Temmuz Çocukları
30 Ekim 1961 tarihinde yapılan Türkiye-Almanya İşgücü Anlaşması ile başlayan göçün 50. yılını yaşadığımız bugünlerde okudum Menekşe Toprak’ın Türkiye’den Almanya’ya göçmüş bir ailenin öyküsünü bir günlük bir zaman dilimi içinde anlattığı ilk romanı Temmuz Çocukları’nı (Ocak 2011, Yapı Kredi yay.). Roman bir yılbaşı gecesi başlıyor ve paralel kurguyla, Türkiye ve Almanya’daki farklı kahramanların anlatımıyla gelişiyor.
Metin Celâl
Çoktandır edebiyatçıların uzak kaldığı Almanya’ya göç üzerine bir romanın 50. yıl etkinliklerine rastlaması hoş bir tesadüf ama Menekşe Toprak’ın ilk romanında böyle bir konuyu işlemiş olması şaşırtıcı değil. Biyografisine baktığımızda Toprak’ın da bir ‘temmuz çocuğu’ olabileceğini düşünüyoruz. Kitabın ilk sayfasında yer alan bilgilere göre, Toprak, ilk ve ortaöğrenimini Köln’de ve Ankara’da tamamlamış, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra Ankara’da ve Berlin’de bir bankada dört yıl çalışmış, şimdi bir radyoda çalışıyor ve halen Berlin ve İstanbul arasında yaşıyor.

‘Yazları ailelerinin gelmesini bekleyen, geldiklerindeyse yaşamlarının akışı değişen, kesintiye uğrayan, bir aylığına analı-babalı olmanın ayrıcalığına kavuşan ama çoğunlukla bu anne-babayı nereye koyacağını bilmeyen yaz çocukları. En çok da temmuz çocukları. Analı-babalı öksüz çocuklar’ (s.194). Romanın Ankara’dan söz aldığını tahmin ettiğimiz (şehir adı verilmiyor) kahramanı Aysu böyle bir çocuk. Dört çocuklu göçmen bir ailenin kızı. Ağabeyiyle birlikte Türkiye’de okusun düşüncesiyle teyzelerinin yanına yollanmış, çocukluklarını, gençliklerini anne-babalarından uzak burada geçirmişler.

Romanın kahramanlarından Aysu ile yazar ne kadar benzeşiyor konusuna takılmadan ‘cep telefonlarının ve internetin henüz yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı bir zamanda’ geçen Temmuz Çocukları’na dönersek, birlikte de yaşansa ayrı da olunsa çocukların büyüyüp kendi hayatlarını kurmaları ile dağılan bir çekirdek ailenin öyküsü bu. Cep telefonlarının ve internetin henüz yeni yaygınlaşmaya başladığı dönemde teknolojinin eksikliklerinden ya da konuşma ücretlerinin pahalılığından dolayı yaşanan iletişimsizlik romanın finalinde önemli bir rol oynuyor. Doksanlı yılların ikinci beş yılında değil de cep telefonunun yaygın olduğu günümüzde aynı olaylar yaşansa nasıl bir sona varılırdı kuşkusuz ayrı bir tartışma konusu ama böyle bir zaman belirlemesinin çok da gerekli olmadığını düşünüyorum. Çünkü romanın finalinde önemli olsa da esasında bu teknolojik durum değil insanlık halleri belirleyici olan. Roman günümüzde de geçse anlamını ve vermek istediği mesajları yitirmezdi.

Aysu, bir ‘temmuz çocuğu’ olarak annesi ve ailesinden ayrı büyümüş, dolayısıyla onların sevgisini de baskısını da olabildiğince az yaşamış bir çocuk. Hayatındaki aile eksiğini bir aşkla kapatmaya çalışıyor. Ama yirmili yaşların sonuna gelmiş olmasına rağmen aradığı sevgiliyi henüz bulamamış. Önceki lişkisinden kalbi kırık. Bu soğuk yılbaşı gecesinde gideceği partide gönlüne göre birini bulmayı umuyor ama yeni bir ilişki ile ilgili korkuları ve endişeleri de var. Düşlediği yaşamı kuramayacağını, aradığı sevgiyi bulamayacağını düşünüyor. Aysu’da simgelenen bir başka durumun da altını çizmek gerek. Almanya ve Türkiye arasında parçalanmış, ikiye bölünmüş bir yaşam bu. Kendisini iki topluma da ait hissetmiyor. Bu iki arada bir derede olma hali de yaşamını, ilişkilerini belirliyor.

Ablası Süheyla ise, hem ailenin ilk çocuğu olması, hem de anne ve babasıyla birlikte büyümenin sonucunda baba baskısını da, ailenin Almanya’ya uyumda yaşadığı sıkıntıları da daha yoğun yaşamış. Belki de babanın Alman kültürü ve yaşama biçimi karşısında bir koruma mekanizması olarak sığındığı bir anlayışla küçük yaştayken Türkiye’den gelen bir delikanlı ile evlendirilmiş. Bir çocuğu olmuş. Evlilik hayatındaki mutsuzluğunu yasak bir aşkla aşmaya çalışmış ama sevgilisinden beklediği ilgiyi görememiş. Bu ilişki kısa sürede bitmiş. Kocasından ayrılıp bu kez kendi istediği biriyle evlense de bir türlü mutluluğu bulamamış, ruhsal sarsıntıya uğramış. Çareyi eski defterleri açmakta buluyor. Geçmişte kalan sevgiliyi, Klaus’u telefonla arıyor ama ona ulaşamıyor.
YABANCIYLA YAŞAMAK…
Bir radyoda çalışan altmış yaşlarındaki Klaus, geçmişe gömüp tamamen unuttuğu genç sevgilisini hatırlayıp, onu tekrar arayıp aramamayı düşünürken hem kendiyle hem de bir arada yaşamak durumunda olduğu, ilişkiyi sürdürse belki de birlikte bir hayat kuracağı ‘yabancı’yı düşünüyor. Süheyla ile ilişkisini sürdürememesinde zamanında kendi kendine itiraf etmekten çekindiği yaşam biçiminden çok farklı bir yaşamı ve örf ve âdetleri olan bu insanlardan korkup çekinmesinin, uzak durmaya, ilişki kurmamaya çalışmasının etkisi olduğunu fark ediyor. Menekşe Toprak, 68 kuşağından olduğunu düşündüğümüz Klaus tiplemesiyle hem Alman toplumunun birlikte yaşamak durumunda oldukları yabancı’ya özellikle Türklere bakışını yansıtırken, romanın konusunu oluşturan Süheyla’nın ailesine de dışarıdan bakmamızı sağlıyor.

Kültürlerarası bir başka çatışma ya da ayrımcılık da ailenin babası Sabri’nin kimliğinde romana yansıyor. Sabri, Sünni çoğunluğun olduğu anlaşılan bir kasabada ‘Kızılbaş’ın Dölü’ diye çağrılarak büyümüş. Tam olarak farkında olmasa da böyle aşağılanmış olması hayatını etkilemiş. Süheyla’yı küçük yaşta evlendirirken seçtiği damat adayında bu durumunun etkisi var örneğin. Sabri Bey, tipik bir ilk kuşak göçmen. Hiçbir zaman Alman toplumunu benimsememiş, uyum sağlamaya çaba göstermemiş. Bir gün Türkiye’ye döneceğiz duygusu ile yaşamış. Ailesini, çocuklarını geleneksel yaşam biçimlerini bozacağını düşündüğü Almanya’nın etkilerinden korumaya çalışmış. İki çocuğunu Türkiye’ye akrabalarının yanına yollamış, kızını evlendirmiş. Tüm yaptıklarında geleneksel değerleri ve tabii ailesini koruma kollama endişesi var.

Anne Şükriye Hanım, Sabri Bey’in yaptıklarını bir yanıyla onaylıyor, destekliyor ama diğer yandan kocasının bu geleneksel yapıyı ve aileyi koruma girişimlerinden çocuklarının mümkün olduğunca az zarar görmesini de istiyor. Klasik bir anne olarak baba ile çocuklar arasında bir denge tutturmaya çalışıyor. Geleceklerinin Almanya’da olduğunu biliyor. Türkiye’ye dönme planları olmadığı için Almanya’da ev alınmasını sağlamış.
‘İKİ DİL, İKİ KÜLTÜR’
Ailenin küçük çocuğu Aziz ise hem Türkiye’ye okumaya yollanan ağabeyi Yaşar ve ablası Aysu’ya göre hem de Almanya’da yaşayıp küçük yaşta evlendirilen Süheyla’ya göre çok şanslı. Anne babasının Almanya’daki yaşam şartlarına uyum sağladığı bir dönemde büyüyor. Baba, eskisi kadar endişeli değil, hatta o toplumun nimetlerinden yararlanmaya da ikna olmuş, kendi ve ailesi için yaşam planlarını Almanya’da yaşamak üzerine kurulmasına karşı çıkmıyor. Oğlu Aziz’i Almanya’da okutmuş, üniversite öğrenimi görmesi için başka bir şehre gitmesine onay vermiş. Aziz, Türk kökenli bir Alman olarak hayatını kuracak, yaşayacak yeni kuşakların simgesi gibi.

Aziz’in o yılbaşı akşamı buluşacağı Meltem’de ise Süheyla’nın karşıtını buluyoruz. Üniversitede okuyor, ailesinden ayrı yaşıyor, kendi hayatını kurmuş. Aziz’le ilişkisini de kendine güveni ile kuruyor, geliştiriyor. Böylelikle Türkiye’deki yaşam biçimini Almanya’da sürdürmeye çalışarak ailesini kurup korumaya çalışan ilk kuşağı temsil eden anne Şükriye Hanım, manevi değerlerini, örf ve âdetlerini korumak için baskı altında tutulmuş, hayatını kendi kurmasına izin verilmemiş ikinci kuşak kadını Süheyla, okuyup adam olsun diye Türkiye’ye yollanmış, bir anlamda Alman kültüründen ve yaşam biçiminden kaçırılıp kurtarılmaya çalışılmış ama bunun bedelini anne-baba sevgisinden uzak, ‘iki dil, iki kültür’ arasında büyüyerek ödeyen Aysu ile birlikte dört ayrı kuşaktan dört kadın tipini de tanımış oluyoruz.

Menekşe Toprak, Temmuz Çocukları’nda yapıyı kurarken öykücülükten gelen deneyiminden yararlanmış. Aynı zaman dilimi içinde, bir yılbaşı gecesinde kahramanlarının yaşadıklarını paralel anlatılar olarak geliştiriyor. Her kahramanın yaşadıkları ayrı ayrı birer öykü olarak da okunabilir ama bir araya geldiklerinde romanın bütününü oluşturuyorlar. Anlatımda da öykücülükten gelen bir tat bulmak mümkün.

Temmuz Çocukları bir ailenin kadınlarının öyküleri ile göçün elli yılını bize hatırlatmasının yanında günümüz modern toplumlarında yaşanan iletişimsizlik, parçalanmışlık, yurtsuzluk, yalnızlık gibi bireysel sorunlara yaklaşımı ile de dikkati çekiyor.

Metin Celal, Cumhuriyet Kitap, 10 Mart 2011