Menekşe Toprak’ın Öykülerinde Almanya’ya Göç’ün Farklı Yüzleri
Menekşe Toprak’ın Öykülerinde Almanya’ya Göç’ün Farklı Yüzleri
Nesime Ceyhan Akca
Giriş Göç, insanlık tarihinin hiçbir döneminde yok olmamış, çeşitli sebeplerle varlığını daima korumuş bir olgudur. Yaşamı başka yerde sürdürme kararı kolay bir karar değildir. Savaşlar, tabii afetler, can ve mala dair emniyetsizlik, geçim sıkıntıları, siyasal baskılar, daha özgür yaşama arzusu, göç için, bilhassa kitlesel göç hareketleri için temel sebeplerdir ve kişilerin çoğu kez bu hallerde fazla düşünme şansları yoktur. Sürgün de kişilerin yahut kitlelerin üzerinde fazla düşünme şansının olmadığı bir tür göçtür. Bir de başka bir mekânda hayatı devam ettirmeyi arzulayan, tamamen şahsın iç dünyasının arzusuna göre şekillenen mekân değiştirmeler vardır. Daha çok ferden (yahut eş ve çocuklarla) gerçekleşen bu yer değiştirmeler de bu gruplar içerisinde anılabilirler; çünkü neticeleri itibariyle kültürleşme, entegrasyon, kimlik sorunları vs. bu göçlerde de benzer sorunlar olarak ortaya çıkar. Orta Asya bozkırlarından Avrupa ortalarına kadar ilerleyen Türklerin göç’le ne kadar içli dışlı oldukları ortadadır. Moğol akınları yahut coğrafî şartların elverişsizliği sebepleri dışında yeni yurtlara açılmayı İlâyı Kelimetullah (Allah’ın adını yeryüzüne yayma, fetih) ya da Kızıl Elma’ya ulaşmak gibi ideallerle beslenen bir toplumun mekân değiştirmenin güçlüklerini psikolojik olarak kolaylaştırmış olduğunu düşünebiliriz. Türklerin 20. Yüzyılın ikinci yarısında en büyük kitlesel göçünün Avrupa’ya, özellikle de Almanya’ya işçi göçü olarak gerçekleştiğini söylemeliyiz. İkinci Dünya Savaşı ardından yerle bir olan Avrupa ülkelerinin sanayide ve yıkımların tadilinde çalıştırmak üzere birbiri ardınca Akdeniz ülkelerine (İtalya, Yunanistan, İspanya) gönderdikleri işçi davetlerine ve devletlerarası işçi kabulü antlaşmalarına Türkiye de (1961) dâhil olur. 1950’li yıllarda elemeği ihtiyacı en üst seviyede olan Avrupa ülkeleri göçmen işçi kabulünün geçici bir müddet süreceğini öngörmüş; ancak süreç, beklenenin dışında ihtiyaç azaldığı yahut ortadan kalktığı 1970’li yıllarda ve sonrasında da engellenememiştir. Türkler 1955 sonrası birçok Avrupa ülkesine (Hollanda, Belçika, Danimarka, Avusturya, İsveç, İsviçre, İngiltere, Fransa) işçi göndermekle birlikte göçün en fazla gerçekleştiği ülke Almanya’dır. Cemâl Yalçın’ın Göç Sosyolojisi adlı eserine göre 1960 yılında Almanya’ya giden Türk işçilerin sayısı 2 700 iken bu sayı 1963’te 10 katına çıkarak 27.500 olmuş ve 1973 yılına gelindiğinde ise yarım milyonu çoktan geçmiştir (Yalçın, 2004, s. 134). “Günümüzde Almanya’da yaşayan yaklaşık 2.700.000 Türk’ün Almanya’ya entegrasyonu, sosyolojik, siyasi ve ekonomik açıdan önemli bir konudur.” (Şahin, 2010, s. 105).
Doç.Dr.Akça Çankırı Karatekin Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 18100 Çankırı, Türkiye. E-mail: [email protected]
468
Güven Şeker, Ali Tilbe, Mustafa Ökmen, Pınar Yazgan Hepgül, Deniz Eroğlu, Ibrahim Sirkeci (2015). Turkish Migration Conference 2015 Selected Proceedings. London: Transnational Press London. [ Courtesy of Transnational Press London | www.tplondon.com ] Başlangıçta, biraz kazanıp memlekete geri dönmek niyetiyle başlayan ve ailelerini geride bırakarak gerçekleşen göç, 70’li yıllarda eşlerin ve çocukların Almanya’ya getirilmesiyle yeni bir sürece evrilmiştir. Bu durum, misafirliğin uzayacağını haber verir. Ailelerin birleşmesi, gelen çocukların ve Almanya’da doğacak olan çocukların problemlerine (sağlık, eğitim, entegrasyon) başlangıç olarak görülür. Cemal Yalçın, yabancı ülkelerde yaşayan ikinci ve sonraki kuşak Türklerin sorunlarına dair iki genel yaklaşımdan söz eder. Klasik yaklaşım olarak da anılan birinci yaklaşım, ikinci kuşağın yaşadığı kültürel farklılıkların tehlikeli bir gelişme kaydettiği yönündedir. Çok az Türk kültürü, buna karşılık yabancı kültürden fazlaca etkilenme bunun neticesi olarak karşı kültüre daha fazla yaklaşma ve benzeme olarak özetlenen ilk yaklaşım, acilen Türk toplumunun Türk kültürü eğitimi alacak imkânlara kavuşturulmasını tavsiye eder. “İkinci yaklaşım, daha çok melez kimlikler üzerinde yoğunlaşmakta, ikinci ve sonraki kuşak yurtdışında yaşayan Türklerin hem yaşadıkları ülkenin kültüründen hem de Türk kültüründen parçalar taşıdıklarına ve dolayısıyla kendilerini tarif etmek için melez kimlikler geliştirdiklerine dikkat çekmektedir. Bu yaklaşım, durumun aslında korkulacak bir şey olmadığını iddia etmektedir.” (Yalçın, 2004, s. 168). Almanya’ya giden ilk kuşağın yaşadığı birçok talihsizlikle bu ikinci kuşak tabii olarak karşılaşmayacaktır. İlk gidenlerin nasıl olsa dönecekler düşüncesiyle toplumdan yalıtılmaları, yok sayılmaları, vasıflarının çok altında işlerde çalıştırılmaları, temel insanî ihtiyaçlarının karşılanılmasında ağırdan alınması; ikinci ve sonraki neslin bilhassa dil bilmesi ve Alman kültürünü tanıması, haklarını sorgulamaya başlamaları sebebiyle oldukça azalmıştır; ancak bu durum, yeni neslin ırkçı fiili saldırılar yaşamaları sürecini de artırmıştır. İlk neslin yazdıkları edebî metinler yaşadıkları yabancı toplumunun ilgisini çekmezken, ikinci ve sonraki kuşak Türk yazarların yazdıkları ev sahibi toplumlarda ilgi çekmeye bilhassa iki kültürlü gözün penceresinden kendi toplumlarını görme ihtiyacı belirmeye başlamıştır. “Nuran Özyer, Almanya’da yazan Türkler tarafından yaratılan edebiyatı artık; konuk işçilerden oluşan yazarların, entelektüel göçmen yazarların, entelektüel konuk işçilerin ve konuk işçilerin çocukları olan genç yazarlar kuşağının yazdığı edebiyat olmak üzere dört grup altında toplayabileceğimizi ifade etmektedir. 60’lı yıllarda yazmaya başlayan Türkleri, içinde yaşadığı toplumun dilini ana dilinden daha iyi konuşan, o toplumun okullarında eğitim görmüş ve o toplumun kültürüne daha yakın yetişmiş ikinci, üçüncü kuşak izler. İkinci kuşak yazarlar, birinci kuşağa oranla yaşadıkları ve yazdıkları toplumun içinde daha fazla ilgi çekmektedirler.” (Özbakır, 2000, s. 212). Makalemize eserleriyle esas teşkil edecek olan Menekşe Toprak, yukarıdaki sınıflamada “konuk işçilerin çocukları” grubuna dâhil edilebilir.
Menekşe Toprak’ın hikâyelerinde göç’ün farkli halleri Menekşe Toprak, 1970 yılında Kayseri’de dünyaya gelmiştir. Anne ve babası Almanya’ya giden ilk kuşak işçilerdendir. İlk ve ortaöğrenimini Köln ve Ankara’da yapar. Başlangıçta köyde akrabaları yanında bırakılan tipik bir Almancı işçi ailesi çocuğudur. İlerleyen senelerde (9 yaşında) o da Almanya’ya alınır. Almanca bilmediği için iki yıl Türk sınıfında eğitim alır. Lise bitince Türkiye’de üniversite okumasının daha iyi olacağı düşünülerek tekrar Türkiye’ye teyzelerinin yanına
469
Güven Şeker, Ali Tilbe, Mustafa Ökmen, Pınar Yazgan Hepgül, Deniz Eroğlu, Ibrahim Sirkeci (2015). Turkish Migration Conference 2015 Selected Proceedings. London: Transnational Press London. [ Courtesy of Transnational Press London | www.tplondon.com ] gönderilir. Ankara’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirdikten sonra Ankara ve Berlin’de dört yıl kadar bir bankanın elemanı olarak çalışır. 2002 yılından günümüze gazetecilik ve çevirmenlik yapan yazar, Berlin ve İstanbul’da yaşamaktadır. Hikâyeleri Almanca, Fransızca, İtalyanca ve İngilizceye çevrilen genç yazar, bu ülkelerin edebiyat dergilerinde ve öykü antolojilerinde yer almıştır. Hâlihazırda iki öykü kitabı (Valizdeki Mektup, YKY 2007; Hangi Dildedir Aşk, YKY 2009) ve iki romanı (Temmuz Çocukları, YKY 2011; Ağıtın Sonu, İletişim 2014) vardır (Kahraman, 2013). Biz burada ağırlıklı olarak iki hikâye kitabına odaklanacağız. Gürsel Aytaç, ikinci kuşak Türk genç yazarların yazdıklarında azınlık ve kimlik gibi problemlerin ön sıralarda ele alınsalar bile, salt evrensel ve insana ilişkin konuların da dile getirildiğine işaret ediyor (Aytaç, 1991, s. 155). Menekşe Toprak, bu çerçeveye rahatlıkla oturtulabilecek bir kadın yazardır. Hikâyelerinde iki kültür ve toplum arasında sürekli gidip gelse de bilhassa kadın duyarlılıklarını, kültürlerin üzerinden, salt kadın kimliği olarak yakalayabilmiş olması önemli görünüyor. Bir başka nokta ise içerisinde göçmen sıfatıyla bulunduğu Alman toplumuna yahut devletine herhangi bir suçlayıcı bakışın eserlerinde görülmemesidir. Türkler de Almanlar da eşit insanî zaaf ve eksikliklerle ele alınmışlardır. Hikâyelerde toplumsal cinsiyet, göç ve kadın kimliği Öncelikle söylememiz gereken Menekşe Toprak’ın kadın kimliğini merkeze alarak yazdığıdır. Hikâyelerinin birçoğunun otobiyografik özellikte olması da yazarın kendinden hareketle ve kadın duyarlılığını öne alarak yazdığını işaret ediyor. Yabancı bir toplumun içinde tüm kadınlıklarıyla var olmaya çalışan kadınların hikâyeleridir elimizdekiler. Hikâyelerdeki kadın kahramanların çoğu bekârdır, eşini yahut sevgilisini ya terk etmiş yahut terk edilmişlerdir. Bu kadınlar, bir Alman’a âşık olmaktan yahut bir Alman’la beraber olmaktan/evlenmekten/birlikte yaşamaktan çekinmezler. “Valizdeki Mektup”, adlı hikâyede kahraman genç kız, Peter adlı bir Alman gence âşıktır ve onunla mektuplaşmaktadır. “Yokuştaki Kız” ve “Doğuda Bir Yerde” hikâyelerinde geçen Berlin’de doğup büyümüş Türk kızı Aylin de Sevim de, erkeklerini terk etmiştir. “Ah! Şarap İçerken Bir de Gazete Okusam” adlı hikâyenin kahramanı Maraşlı Emine, eşi Türkiye’de ve hâlâ nikâhlı kocası konumunda iken senelerce Franz’la birlikte yaşar. Hikâyelerine odaklanılan Türk kadınların Almanlar içerisinde geleneksel Türk kadınını temsil etmedikleri açıktır; buna rağmen Almanların geleneksel Türk kadını anlayışından haberdar olarak Türk kadınlarını “namus budalaları” olarak görmeleri hikâyelere yansır. Yazar, “Eve Dönüş” adlı hikâyesinde bir Alman kadın kahramanına “Türk kadınları namus budalaları olarak bilindiklerine göre, kadının bakire olması işten bile değil.” (Toprak, 2007, s. 37) dedirterek yaşı geçkin ve bekâr bir Türk kızı hakkında Alman toplumunun muhtemel düşüncelerini aktarır. Türk kadını için Alman toplumu bekâret meselesini bu şekilde aşağılarken, Türk toplumu kadınlarına farklı sorumluluklar yüklemektedir. Bekâret, önemli bir sosyal baskı ve kontrol unsurudur. “Güzel Bir Gün” adlı hikâyede kahramanın ablası bekâretini koruyabilmek için gizli ilişkisini sürdürürken sağlığını hiçe sayan yollara başvuruyor; kahraman genç kız ise ablasının aksine ailesi hatırına sevdiği adamla el değmeden evleniyor; baba ve anne kızlarıyla gurur duyuyor. Aynı
470
Güven Şeker, Ali Tilbe, Mustafa Ökmen, Pınar Yazgan Hepgül, Deniz Eroğlu, Ibrahim Sirkeci (2015). Turkish Migration Conference 2015 Selected Proceedings. London: Transnational Press London. [ Courtesy of Transnational Press London | www.tplondon.com ] hikâyede eşinden ayrılan halanın mastürbasyonu aktarılarak ailenin kadın cephesinden bir başka trajik yanı ifade buluyor. Genel olarak Türk aileler, çocuklarının gayrı meşru ilişkilerinden hoşnut değildirler. “Valizdeki Mektup”, adlı hikâyede Meryem Teyze’nin eşi öldükten sonra yetiştirdiği çocuklarından söz edilirken, yabancı biriyle birlikte yaşayan kızı üzeri örtülerek anılır: “Meryem Teyze 1961 yılında kocasından da önce gelenlerdendi. Çok iyi Almanca konuşuyordu. Kocası yıllar önce genç yaşta kanserden ölmüş, o da bir daha evlenmemişti. Benim Memo Abi dediğim oğlu ve biri Türkiye’de evlenip orada kalan, diğeri de –o sözünü pek etmese de herkes biliyordu- bir Alman’la yaşayan kızlarını tek başına yetiştirmişti. Hep canlı, neşeli, harika hikâyeler anlatan, ak pak, şişmanca bir kadındı.” (Toprak, 2007, s. 14). “Ah! Şarap İçerken Bir de Gazete Okusam” adlı hikâyedeki Emine, ise Alman Franz’la uzun yıllar bir Alman gibi yaşaması noktasında ailesi tarafından eleştirilmiş, daha fenası tüm aile, bir kız kardeşi hariç, Emine ile irtibatı kesmiştir: “Ailesi içinde tek görüştüğü kimse olan kız kardeşi, tam bir Alman olup çıktığını söyleyip dururdu her fırsatta kendisine.” (Toprak, 2007: 105). Görüldüğü gibi Türk kadınları için yaşadıkları toplumla aile çevresinin ve Türk toplumunun toplumsal cinsiyet noktasında yüklediği roller birbiriyle çelişmektedir. Bu durumda kadınlar, iki toplumdan birinin beklentilerini görmezden gelmeye başlarlar. Menekşe Toprak’ın kadınları Almanya’da hayata dahil olmaya kararlı ve bunu başarabilmiş kadınlardır. “Valizdeki Mektup”un kahramanı genç kadının ilk göçmen kuşağı temsil eden annesi bunlardan biridir: “Dilini bilmediği, öğrenmemek için büyük bir aşkla direndiği bu ülkede babam hep bir yabancı olarak kalmış; bu yabancılığıyla da içe kapanık, beceriksiz adam kimliğine bürünüvermişti. Hata yapmaktan korkmayan, gözü kara bir kadın olduğu için, annemin dil sorunu hemen hemen hiç yoktu. Her yere giren çıkan annem, çalıştığı fabrikadaki kadınlarla dedikodu yapıp bundan keyif alacak kadar öğrenmişti buranın dilini.” (Toprak, 2007, s. 10). “Ah! Şarap İçerken Bir de Gazete Okusam” adlı hikâyenin kahramanı Maraşlı Emine ise Almanya’ya giden ilk kuşak işçiler içerisinde varoluş savaşı veren ve kendince bunu başarabilmiş farklı bir kadındır. Bu kadın, adeta kendini var etmenin şartının kendisinden ve değerlerinden kopmak olduğuna inanmıştır. 14 yaşına girmeden istemediği bir adamla evlendirilen Emine, 16 yaşında anne olmuştur. Okuma yazma dahi bilmeyen Emine’nin Almanya’ya gidişi bu kaderden kaçıştır her şeyden önce. Ona “Korkmadın mı?” diye sorulur sıklıkla: “Onlara hep hayır korkmadım, kocamı bırakıp tek başıma Almanya’ya gelirken de, üzerimdeki çullardan örtülerden sıyrılırken de, öldükten sonra insanı bekleyen o cehennem ateşini unuturken de korkmadım, demişti.” (Toprak, 2007, s. 99). Emine, onu Maraş’a ve sevmediği eşi Hasan’a bağlayan bütün değerlerden sıyrılarak Almanya’ya yönelmiştir. Artık tek hedefi vardır; çok para biriktirip zengin olmak, Türkiye’de kendi mülkünde özgürce istediği eşle yaşamak. “Köln’deki ilk aylarında yol bilmez, iz bilmez bir halde beş kadınla aynı odayı paylaştığı yurtta, fabrikada eline geçen 800 Mark’ın tek feniğini harcarken bile nasıl da keyfi kaçıyordu. Eli varmıyordu para harcamaya. Öyle ki bu yüzden açlık çektiği bile oluyordu. Kurulu sofraların, şifon geceliklerin, kadife perdelerin, içlerinde kristal vazoların, porselenlerin dizili camlı kocaman vitrinlerin hayaliyle dolup taşarak biriktiriyordu paralarını. Ama Köln’e
471
Güven Şeker, Ali Tilbe, Mustafa Ökmen, Pınar Yazgan Hepgül, Deniz Eroğlu, Ibrahim Sirkeci (2015). Turkish Migration Conference 2015 Selected Proceedings. London: Transnational Press London. [ Courtesy of Transnational Press London | www.tplondon.com ] geldiğinin altıncı ayında, açlığa dayanamamış ve bandın yanına düşüp kalmıştı.” (Toprak, 2007, s. 101-102). Emine’yi Franz iyi eder. Franz’ın evine taşınır, onun hazırladığı domuz bifteklerini, köftelerini yer. Menekşe Toprak, “domuz biftekleri”ni boşuna söylememiştir. Çünkü Almanya’daki Türklerin en hassas oldukları dini/kültürel unsurlardan biri domuz etine dairdir. Domuz etinden uzak durmak, kültürel kodların muhafazasını gösterir. Franz, Emine’ye para harcatmaz; Emine ise Franz’ın bazen sınırların dışına çıkan cinsel isteklerine cevap verir. Emine, hikâyenin sonunda iki hafta önce Almanya’dan emekli olmuş, Türkiye’de bir sahil şehrine yerleşmiş olarak karşımıza çıkar. 57 yaşında iken 41 yaşındaki yeni sevgilisiyle mektuplaşabilmek için okuma yazma öğrenmiştir ve genç aşığına para yedirdiği sözlerine aldırmadan şarabını yudumlamaktadır. Menekşe Toprak’ın kahraman kadınlarının millî ve dini kimliklerini muhafaza etmeye yönelik bir kaygılarının olmadığını görürüz. Yukarıda da söylendiği gibi yazar, Türk ailesi içerisinde kadınların muhafazasına yönelik yapıya işaret eder; ancak bunun doğruluğu ya da yanlışlığını tartışmaz. Kahramanları ise adeta bu muhafaza duygusundan kaçarlar. Yazarı, göçmen edebiyatı içerisinde farklı bir yere koymamızda hikâyelerindeki bu duruşun etkisi vardır. Özellikle Türk edebiyatı içerisinde göçmen edebiyatı Almanya alt başlığında değerlendirildiğinde kültürel kodların muhafazasının ve kimlik muhafazasının öne çıkarıldığını, entegre oluşun, Almanlara benzemenin yadırganarak vurgulandığını görürüz. Oysa Menekşe Toprak, bireyin varoluşuna ve kendini inşasına odaklanmıştır. Bu sebeple küçük insanın hallerini açarak yargılamadan ve taraf tutmadan “kadın”ı anlatmıştır. “Park” adlı hikâyenin kahramanı genç kadının Türk olup olmadığı üzerinde durmayız bile. Köpeğiyle meşgul bu genç kadın Almanların istediği ölçüde entegre bir tiptir. Menekşe Toprak’ın kadınları terk etme ve edilme duygularının ardından anlatılırlar hep. Neredeyse hikâyelerinin bütününe yayılan terk etme/edilme duygusu Menekşe Toprak’ın 9 yaşına kadar anne babası tarafından köylerinde bırakılması ile ilintili olabilir. Yazar, ilk çocukluk evresinde senede ancak bir kez (bir ay) görebildiği ailesinin yokluğuna dair izler metinlerine yansıyor olabilir.
Göç ve çocuk Türkiye’den Almanya’ya gerçekleşen işçi göçünün etkilediği en önemli insan grubu çocuklardır. İşçi ailelerinin çocuklarının bilhassa ilk dönemlerde Alman bakıcılar elinde kalması; anne babaların sürekli çalışmaları ve çocukların anaokulundan itibaren vakitlerinin önemli bir kısmını Almanlarla geçirmeleri sebebiyle Almanlara daha fazla benzemeleri ve asıl kültürlerinden süratle uzaklaşmaları; aile içi problemler yaşandığında (şiddet/ geçimsizlik) Alman makamlarınca çocukların ailelerinden koparılarak çocuk yurtlarına yahut koruyucu Alman ailelere verilmesi; çocukların Almanya’da Türk, Türkiye’de Almancı aşağılamalarına muhatap olmaları, daima öteki olarak görülmeleri çocuk dünyaları için önemli güçlüklerdir. Göçün ilk güçlüklerini karşılayan bu çocuklar, 2. Kuşak Türkleri meydana getireceklerdir. Bu çocukların birçoğu için “memleket”, anne babalarının anladıkları ve algıladıkları memleket değildir:
472
Güven Şeker, Ali Tilbe, Mustafa Ökmen, Pınar Yazgan Hepgül, Deniz Eroğlu, Ibrahim Sirkeci (2015). Turkish Migration Conference 2015 Selected Proceedings. London: Transnational Press London. [ Courtesy of Transnational Press London | www.tplondon.com ] “Babam üşengeç bir adamdı, biraz. Öyle sanıyordum, ama çok sonraları, bunun aslında bilmediği bir dilde derdini anlatamadığından kaynaklandığını memlekete (sadece tatillerde gördüğüm, bana pek bir şey ifade etmeyen, doğup büyüdükleri ülkeleri için hep böyle derlerdi) gittiğimizde fark etmiştim.” (Toprak, 2007, s. 10). Menekşe Toprak’ın hikâyelerinde rastladığımız ve “göç edebiyatı” içerisinde adeta unutulmuş olduğunu gördüğümüz bir noktaya; “geride bırakılan çocuk” olgusuna değinmeliyiz. Özellikle birinci kuşak işçi ailelerinde çocukların biri yahut bir kısmının anane, babaanne, teyze, hala gibi birinci dereceden aile yakınları yanına bırakılmaları ve senelik izinler dışında çocuklarla irtibat kurulmaması, bu sıkıntının sebebidir. Almanya’da işler yoluna girince birkaç yıl sonra çocuklar aileleri yanına alınsalar da bebeklik yahut ilk çocukluk evresinde yaşanan ayrılık, travmaya yol açabilmektedir. Bireysel ve toplumsal psikoloji bakımından etki alanı geniş sonuçlara yol açan “geride bırakılma/terk edilme” travması, çocuğun yetişkinliği sırasında da çoklukla atlatılamamaktadır. Çocuklarda ailesine ısınamama, ailesini suçlama, tercih edilip yanlarında götürülen kardeşe karşı öfke; ilerleyen yaşlarda bağlanma sorunu (sabit bir işe veya eşe), intikam alma hissi vb. sorunlar kendini hissettirmektedir. Menekşe Toprak da “geride bırakılan çocuklar”dandır. Anne babası onu 9 yaşına kadar yakınları yanına bırakmış, 9 yaşında yanlarına almışlardır. Yazarın hikâyeleri, bu yaşanmışlığın izlerine açıktır. Menekşe Toprak’ın Temmuz Çocukları romanı da direkt bu soruna parmak basar. Romanın aile içinde sorunlu kadın kahramanı da küçük yaşlarda altı yıl anne babası tarafından Türkiye’de bırakılmıştır. Ve hayatı, esas itibariyle bu suçun diyetini ailesine ödetmekle geçer. Yazarın “temmuz çocukları” tanımlaması, yazları bir ay yıllık izne gelen Almancı ailelerin çocuklarını tanımlar. Menekşe Toprak’ın “Yokuştaki Kız”, adlı hikâyesi, bu meseleye işaret eder. Eşini neredeyse sebepsiz terk eden Sevim’i aramak ve anlamak üzere Berlin’den yola çıkan kahramanımız, bir köy fotoğrafı ve kırık dökük bilgi kırıntılarıyla Anadolu’da Alevi bir Kürt köyüne kadar gelir. Berlin’de tanıdığı, sevdiği ve evlendiği doktoralı entelektüel kadın, bu metruk köyde mi sekiz yaşına kadar yaşamıştır? Babaanne yanında bırakılan Sevim’i anlamak için çıkılan yolculukta bu köyden işe başlanması çok doğrudur. Yıllar sonra hiçbir şey ifade etmediği zannedilen bu köy, Sevim’in şahsiyetine terk edilmişliği kazımıştır. “Okula bakan bu yokuşta niye tek başına oturduğunu soranlara, hiç, diyor sadece. Ama yıllar sonra, on dört on beş yaşlarındayken bu yokuşun ne anlama geldiğini bulup çıkarıyor küçük kız. Her yaz, şehre bağlanan bu yoldan anne babası birden çıkıverirler; annesinin kendisine bakarken, kucağına alıp koklarken sessizce yanaklarından süzülen yaşlar korkutur, boğazına düğümlenen bir ağlamaya dönüşür. Tam alışırken sıcaklığına, kokusuna; her şey yolundaymış gibi görünürken, çekip giderler yine bu yoldan. Annesinin günbegün yüzüne yerleşen hüznünden, kendilerinden özür dileyen bakışlarından anlar ne zaman gideceklerini. Onlar gittikten sonra da günlerce yolun sağına düşen bu tepelikteki taşın üzerinde oturur, tarlalar arasından kıvrıla kıvrıla giden yola kendisi de çıksa, onlara ulaşacaklarını düşler.” (Toprak, 2007, s. 69-70). Küçük kız babaannesi ile bırakılmıştır. Anne babası her ay düzenli olarak para gönderseler de kızın bakımı, umdukları şekilde değildir: “(…) yepyeni güzelim
473
Güven Şeker, Ali Tilbe, Mustafa Ökmen, Pınar Yazgan Hepgül, Deniz Eroğlu, Ibrahim Sirkeci (2015). Turkish Migration Conference 2015 Selected Proceedings. London: Transnational Press London. [ Courtesy of Transnational Press London | www.tplondon.com ] önlüğünü yaktığını babaannesine söylemeye korkacağını da. Her ay oğlu ve gelininin çocukları için gönderdiği paraları harcayamadığı, belki de ortalıkta dolanan büyük oğlundan kalma boy boy öksüz diğer beş torununa da bakabilme derdiyle her geçen gün biraz daha cimrileşen, nice kıtlıklar yaşamış babaannesinin onu azarlayacağını, tıpkı aç yatmamak için bazen ekmek çalıp gizli gizli yediğini fark ettiğinde yaptığı gibi küplere bineceğini, kollarına sert çimdikler atacağını da düşünmüyor.” (Toprak, 2007, s. 70-71). Yetişkin Sevim, tüm bu çocukluk hikâyelerinin toplamıdır. Kendisini seven ve aralarındaki kopuşu bir türlü anlamlandıramayan eşinin onu arayışında sebeplerle neticeyi birleştirmeye çalışırız. Menekşe Toprak’ın çocuklara dair kısaca değindiği bir göç halini de “Hangi Dildedir Aşk” adlı hikâyede yakalıyoruz. Almanya’ya gitmiş, orada bir müddet yaşamış ve ailesiyle dönerek Türkiye’de hayatına devam eden çocuklar ve bu çocukların yetişkinliklerine sarkan Almanya özlemi… “Çocukluğunu Hamburg yakınında, elma ağaçlarının yeşillikleri içinde bir köyde geçirmiş, on dört yaşında ailesiyle beraber İstanbul’a yerleşmiş olan Ziya’nın Almanya özlemi, çocukluğundaki o köye ulanıyordu. Nasıl da içi giderek anıyordu Ziya bu köyü. Eski okulunu, köyün girişindeki dereyi, yeşilliği… Ormanlarında akranlarıyla savaş oyunları oynadıkları o yerleri bir kez daha görmek için vize alamayışına nasıl da içerliyordu. Ziya, Almanya’yı seviyordu, ama asıl aradığı, çocukluğundaki o korunaklı köydü. Sözünü ettiği komşularının evinden yükselen çörek kokularıydı, yaşıtlarıyla silahşorluk oyunlarına daldığı kızılağaç ormanıydı.” (Toprak, 2009, s. 38). Özlenen bir Alman köyüdür; ancak Almanya’da köylerin, imarından, marketlerinden, sağlık ve eğitim imkânlarına kadar şehirler kadar mamur olduğunu biliyoruz. Bundan otuz kırk sene önce Almanya’da bir köyden, Türkiye’de büyük şehirlerimize gelen kişilerin dahi özellikle imar noktasında büyük hayal kırıklıkları yaşadıkları bir vakıadır.
Melezlik sorunu Menekşe Toprak’ı “göç edebiyatı” içerisinde farklı hassasiyetleri yakalamış bir yazar olarak görmemizi sağlayan diğer bir dikkati ise “melezlik” meselesine değinmesidir. “Literatürde melez kimliklerin nasıl ortaya çıktığına ilişkin verilen cevaplarda daha çok, iki farklı kültüre sahip bireylerin evliliklerinden dünyaya gelen çocuklar konu edinilmekte ve eşlerin ırksal farklılıkları sebebiyle (beyaz, zenci vb.) bu çocuklarda ortaya çıkacak melez kimliklerin problemli olacağı tartışılmaktadır. Elbette ki yurtdışında yaşayan Türklerden bazıları yabancı eşlerle evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Dolayısıyla bu çocukların melez kimlik geliştirmeleri beklenen bir sonuçtur; fakat tamamen Türk ailelerin çocuklarında da bu türden tanımlamalara rastlanması ilk bakışta şaşırtıcı görünse de normal karşılanması gereken bir gelişmedir.” (Yalçın, 2004, s. 169). Menekşe Toprak’ın hikâyelerinde “melezlik” kavramının yukarıda anılan iki boyutu da dillendirilir. Bunun aynı hikâye içinde vurgulanması tesadüfî olmamalı. “Hangi Dildedir Aşk” adlı hikâyede vaktiyle Almanya’ya gelerek annesiyle evlenmiş ve annesinin hamile olduğunu öğrendiğinde onu terk ederek Türkiye’ye kaçmış babasının peşine düşen genç bir kadın anlatılır. Babası hakkında çok az bilgisi olan genç kızın hafızasında
474
Güven Şeker, Ali Tilbe, Mustafa Ökmen, Pınar Yazgan Hepgül, Deniz Eroğlu, Ibrahim Sirkeci (2015). Turkish Migration Conference 2015 Selected Proceedings. London: Transnational Press London. [ Courtesy of Transnational Press London | www.tplondon.com ] geçmişte bir fotoğraftan gördüğü silik bir yüz ile babasının İstanbul’da oturduğu semte dair bazı malumat vardır. “Çocukken o çok merak ettiği, ergenlik çağında sadece bir kinle andığı, sonradan ise hafızasından sildiği, kendisi henüz annesinin karnındayken İstanbul’a dönen ve bir daha geri gelmeyen babası Mustafa Şahin hakkında bildiği tek şey, yakışıklı olmasıydı. Tek başına görüntü aşk için yeterli olamazdı, değildi. Doğacağından haberdar olduğu halde onu bir kez dahi görme gereği duymadan hayatlarından çekip gitmişti. (…) Tanımadığı yabancı bir adama niçin özlem duyuyordu ki! (…) Bu, babasını merak eden, yaşıtlarının “bir babaya sahip olma” halini kıskanan küçük kızın hüznüydü. Ya da soluk renkli poloroid fotoğrafta gülümseyerek bakan genç, esmer, uzun boylu adamın şimdi içine girdiğini sandığı dünyasını keşfetmenin getirdiği duygu seli.” (Toprak, 2009, s. 44). Genç kız art arda çocukluğunu ve annesinin ailesinin babası hakkındaki düşüncelerini anımsar. Ananesinin öfkelendikçe babasına hakaret ettiğini, kendisi için “Türk piçi” deyişini, babasının gidişine çocuğun Türkleşmediği için memnun oluşunu hatırlar. Kendisi Türkçe ve Türk kültürüne dair hiçbir şey bilmez. Ama yaşı oturdukça ve insanları anlamaya başladıkça babasına da öfkesi azalmıştır. Babasına doğru çıktığı yolculuk onu babasına kavuşturmasa da ona insana dair başka şeyler öğretecektir. Aynı hikâyenin diğer kahramanı Aylin ise melezliğin ikinci cephesini temsil eder. Aylin, Almanya’da yetişmiş bir genç kadındır ve Türk-Alman karışımı bir kimlik sergiler. İstanbul’un Alman ahalisi ile çok iyi anlaşır, Türkleri tanır; ama Türklerle Almanlar kadar rahat iletişim kuramaz. “Söz konusu bu melez kimliklerde dikkat çekici en önemli nokta, iki kültürden öğeler taşıyan insanların kendi aralarındaki iletişimlerinin iki dilin karışımından oluşmasıdır. Cümlelerine Türkçe başladıklarında, yaşadıkları ülkenin diliyle bitirmeleri veya konuşmaları sırasında dilden dile spontane olarak geçiş yapmaları, sadece kendilerine özgü bir durumdur ve bu şekilde iletişimleri hem Türkiye’deki bir Türk için hem de o ülke yerlilerinden biri için anlaşılmaz ya da az anlaşılır bir özellik taşımaktadır; fakat bunların hiçbiri, bu kuşaklardaki Türklük bilinçlerinin yok olacağı anlamına gelmemeli.” (Yalçın, 2004, s. 170-171). Cemâl Yalçın’ın yukarıdaki tespiti adeta Aylin’i anlatır. “Aylin’in Almanca konuştuğu anki haliyle Türkçe konuşurkenki hali arasında dağlar kadar fark vardı. Almanca konuşurken adeta rahatlıyor, gülümsemesi çok daha sahici oluyordu. Şimdi de öyleydi. (…)” (Toprak, 2009, s. 45). “Adam çoğunlukla Türkçe konuşurken, Aylin’in dili sürekli Almancaya kayıyor, iyice gerilip sesleri yükseldiğinde ise bütünüyle Almancaya sarılıyordu.” (Toprak, 2009, s. 35). Aylin babasının izini arayan kadına “melez misin sen, ailenin bir tarafı esmer miydi, saf kan Almanlara benzemiyorsun” diye soracaktır. Diğeri soruyu geçiştirse de Menekşe Toprak, melezlik üzerine duygusunu bir vesile kahramanlarına söyletir: “Doğulu gözler, batılı bakışlar… Niye şaşırıyorum ki, dünya melezleşmedi mi zaten? Melezlik de bir ırk değil mi?” (Toprak, 2009, s. 53).
475
Güven Şeker, Ali Tilbe, Mustafa Ökmen, Pınar Yazgan Hepgül, Deniz Eroğlu, Ibrahim Sirkeci (2015). Turkish Migration Conference 2015 Selected Proceedings. London: Transnational Press London. [ Courtesy of Transnational Press London | www.tplondon.com ] Sonuç yerine “Almanya’daki göçmen edebiyatı, yaşanılan sorunların ve toplumsal gerçeklerin bir yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Göç sürecinde yaşanan ötekileştirme, kültür ve kimlik çatışması, yalnızlık, dışlanma, uyum, iki kültürlülük, kuşaklar arası farklılaşma, getto hayatı, Türkiye ile ilişkili durumlar vb. birçok sorun aslında bu edebiyatın zeminini hazırlamıştır. Birlikte yaşama sürecinde orijin kökenli kültürel kodlar ile göç edilen ülkenin kültürel kodlarının uyuşmaması neticesinde yaşanan iki taraflı aksiyoner ve reaksiyoner tavırlar ile birlikte kültürel ve kimliksel çatışma alanları ve iki dilli, iki kültürlü melez kimlikler oluşmakta ve bu durum oluşan edebiyata yansımaktadır.” (Güllü, 2015, s. 141). Menekşe Toprak’ın otobiyografik diyebileceğimiz hikâyelerinde Almanya göçünün edebiyatımız yansıyan genel meselelerinden farklı olarak yabancı bir toplumda kendini gerçekleştirmeye çalışan kadın, önemli bir yer tutar. Klasik bakışla kültürü ve inançları arasında bunalan ve doğruyu arayan, vicdan azapları çeken kadınlar değillerdir bunlar. Ayrıca kültürün ve inançların taşıyıcıları olarak da görünmezler. Düşünce dünyalarında var olma ve tutunma esastır. İkinci orijinal yaklaşım Türkiye’de bırakılan çocuklarla ilgilidir ki netice itibariyle tutunamayan tutunmaya çalışan kadının kökeni de bu travmaya bağlanır. Ve bir tutunma arzusu da Türk erkeklerin Alman eşlerden doğan çocukları ile ilgilidir. Babası tarafından kabul görmeyen yarı Türk yarı Alman bir nesil vardır ve bu nesil, göç mağduru bir başka grubu temsil eder. Tüm bu dikkatleri ile Menekşe Toprak, insan’dan doğan yanlışların acılarını işler. Almanlara karşı bir duruşu olmadığı gibi Türkleri de suçlamaz. Hikâyelerinde insan’ın evrensel yanlışları ve bunların neticeleri vardır. Edebiyat ise iç dünyamızın ve dış dünyamızın en masum şahididir.
Kaynakça Aytaç, G. (1991). Edebiyat yazıları II, Gündoğan Yayınları, Ankara. Güllü, İ. (2015). Göçmen edebiyatında din ve kimlik yansımaları: Fakir Baykurt’un Yarım Ekmek romanında din ve gelenek, Göç Dergisi, 2(1), 117-145. Kahraman, B. (2013). (Menekşe Toprak’la röportaj)“Yazmak cesaret gerektirir”, Aydınlık KİTAP, 2 Ağustos. Özbakır, İ. (2000). Almanya “Konuk işçi edebiyatı”nın bir Türk temsilcisi Renan Demirkan’ın “Üç şekerli demli çay”ında kimlik problemi”, Türklük Bilimi Araştırmaları –IX-/2000. Şahin, B. (2010). Almanya’daki Türk göçmenlerin sosyal entegrasyonunun kuşaklar arası karşılaştırması: Kültürleşme”, Bilig, 55, 103-134. Toprak, M. (2007). Valizdeki mektup, YKY, İstanbul. Toprak, M. (2009). Hangi dildedir aşk, YKY, İstanbul. Toprak, M. (2011). Temmuz çocukları, YKY, İstanbul. Yalçın, C. (2004). Göç sosyolojisi, Anı Yayınları, Ankara.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.