AĞITIN SONU: KENDİSİ KALMAYINCA HİÇ KİMSE

 

http://t24.com.tr/yazi/kendisi-kalamayinca-hic-kimse/8428

Menekşe Toprak, Ağıtın Sonu’nda, köksüzlük, yersiz yurtsuzluk, birbirlerini sömürgeleştiren kadınlar ve erkekler gibi yaralara dokunuyor

“Kurulu bir mekan var sanki bellekte, gerçekte hiç kimse, hiçbir nesne biçimini koruyamayıp sürekli değişirken,  rüyalarındakiler hiçbir değişime uğramadan yerli yerinde duruyorlar. Sonsuzluk belki de rüyalarda ve yaşanmış anların hatırlanmasında mevcut sadece…”

Doğup büyüdüğü yerlerden başka bir ülkeye giden, sonra da ülkesine dönen – ama hep ‘iki arada bir derede’ olan- bir kadının uzun öyküsü Ağıtın Sonu. Menekşe Toprak, Ağıtın Sonu’nda, yaşadığımız çağın insanını, sıkıştığı yerlerde yakalıyor. Yetişkin, ergen, çocuk, anne, baba, kadın, erkek rollerinin; sevgiyle, aşkla, özlemle, cinsellikle buluştuğu, uzlaştığı ama en önemlisi de çarpıştığı yangın yerlerinden sesleniyor. Böylelikle, uzun soluklu, bitmeyen, bitmediği gibi de hep devam edecek olan dinamiklerden derliyor malzemesini.

Hızla değişen, hep yakalanması gereken, kaçırıldığı andan itibaren de insanı gittikçe büyüyen bir yitirilmişlik içinde yok eden bir dünya söz konusu olan. Zira içinde yaşadığımız çağda herkesi yersiz yurtsuzluk esir alıyor. Ev(ler), araba, dönümlerce araziler, taşınır-taşınmaz akla gelebilecek tüm nesnelere sahip olmak yersiz yurtsuzluk illetini ortadan kaldırmıyor. İnsanın içinde oluşan boşlukları, yitirilen anlamları hiçbir somut durum telafi edemiyor.

Peki, tüm bunların sorumlusu hızla akıp giden zaman mı? Ya da zamanında yaşanmayan duygular, zamanında telafi edilemeyen eksiklikler, zamanında yerine getirilmeyen sözler, zamanında yaşanamayan sevgiler, yitirilen aşklar mı? Küçük bir çocuğun annesi tarafından terk edilmesi mi yoksa? Ana karakter Fatma’yla konuşurken, onun geriye dönük yaşamını izlerken bunları düşünüyoruz. Kimdir Fatma? Bizi kendi yaşamına tanıklık ettirirken, sonra da kendisinden uzaklaştırıp, ortak bir geçmişle, ortak tanıdıklarla, ortak olaylarla buluşturmayı nasıl başarıyor?

Yaşadığımız ülkenin sosyal tarihiyle birlikte – kendi yaşının iki-üç katı gerilere giderek- taa arkalardaki siyah-beyaz resimleri görmemizi onun hangi dokunuşları sağlıyor?

 

Bağırma sendromuna yakalanmış şehir

Aslında biz Fatma’yla birebir değil, üçüncü bir kişi aracılığıyla tanışıyoruz. Onun hayatına doğru yolculuğa da bu üçüncü kişiyle çıkıyoruz. Böylelikle de, Ankara, İstanbul ve Anadolu’nun uzak bir kasabasında dolaşan bir Fatma çıkıyor karşımıza. Asıl olarak kent ve taşra. Bir de Almanya’nın Postdam şehri tabii.

Babası sendikacı olduğu için öldürülmüş, dolayısıyla da küçük yaşta öksüz kalmış Fatma’nın hikayesi Postdam’a kadar uzanacaktır. Babası öldürüldükten sonra annesi ve Fatma, babanın kardeşinin evine sığınır. Ancak anne kısa bir süre sonra evlenecek, Fatma’yı da amca ve yengesi büyütecektir. Fatma’yı Postdam’a taşıyan ise onun okul hayatındaki başarısı olacaktır. Büyük bir hırs, zeka ve azimle hayatını değiştiren, kazandığı burslarla üniversite eğitimini tamamlayan, sonradan eğitimine ve çalışma hayatına yurt dışında devam eden Fatma, çalıştığı şirket krize girip işten çıkarılınca,- uzun bir aradan sonra- soluğu Türkiye’de alacaktır.

Biz Fatma’yla Türkiye’ye geldiğinde tanışırız aslında. Tanıdık mekanlarda, semtlerde geziniriz. Onunla aramızdaki fark, o bildik mekanlar ve semtlerde tanık olduğu olaylara bakışımızdır. Aslında söz konusu durumlar karşısında kesişen bakış açıları demek daha doğru olacak. Bu arada, Fatma’nın henüz kiraladığı evle birlikte, kent toptan, “kentsel dönüşüm” adıyla ranta açılmıştır. Sokaklar ve caddeler her türden protesto eylemlerine sahne oluyordur. Fatma, Postdam başta olmak üzere, bir süre yaşamak zorunda kaldığı diğer Batı ülkelerinden de benzeri izleklerle gelmiştir. Ancak, küresel durumların ötesinde, Fatma’nın kendi ülkesine özgü gerçekler ağır basar.

“Çoğu zaman da Taksim Meydanı’na kadar yürüyordu. Kalabalıktan zar zor yolunu bulamazken her defasında yeni bir ürünün pazarlanmasını yapan gençlerin eline tutuşturduğu broşürlerden, her adım başı kendisini durduran anketörlerden, selpak satan yaşlı kadınlardan kurtulmaya çalışıyordu. Ve her gün, her adım başı başka bir gösteriyle karşılaşıyordu. Filistin’e özgürlük isteyenlerin protestolarıyla, ölümcül hastalıklarla boğuşmak zorunda olan kot kumlama işçilerinin sigorta haklarını arayışlarıyla, kentsel dönüşüm projesiyle evlerini kaybedecek olanların basın açıklamalarıyla, Müslüman hükümetin içki yasağına karşı gençlerin ellerindeki biralarla gönderdikleri şerefe işaretleriyle, Antikapitalist Müslümanlar’ın abdestli, kapitalist hükümeti dine ve imana davet edişleriyle, çevrecilerin hidroelektrik santrallerine karşı direnişiyle…. Şehir toplu halde ve ayrı ayrı bir söyleme ve bağırma sendromuna kapılmış gibiydi…”

 

Gecekondu, taşra, Postdam…

Toplumsal atmosfer betimlemesine denk düşecek bir başka betimleme daha vardır ki, oralarda temellenen sorunsallardır asıl olan. Ancak, toplumsal görüngüyle diğeri arasındaki –kişisel tarih- ortak nokta gözümüzden kaçmaz. Zira iç dünyasına girmemize izin veren Fatma, insanların, kadın ve erkeklerin ilişkilerindeki çıkmazlara yöneltir bakışlarımızı. Fatma’nın geçmişinde ve şimdisinde yaşadığı aşk(lar)ının, iş, arkadaş, akraba ilişkilerinin, özlemlerinin, umutlarının, diğer insanlarla yüzleşmelerinin, başkalarının dünyasına ayna tutmalarının gelip dayandığı yer neresidir? Kendi geçmişinin zamansal-mekânsal karşılıkları olan gecekondu, taşra, kent ve Batı’daki yaşamının toplamından çıkardığımız sonuç, Fatma’nın hüzünlü arayışları olacaktır. Diğer bir yandan da bu hüzün bizi yitirme, boşluk duygusuna bağlar.

Belki de hüznü ve yitirmeyi bir masal telafi edecektir. Metnin olaylardan hem bağımsız, hem de onların devamı niteliğinde “bir zamanlar…” diye başlayan masalı merkeze aldığını düşünürsek, her şeyin bir masaldan ibaret olduğunu söylemek de mümkün. Ama söz konusu masalı, metnin metaforik anlatımı olarak yerli yerine teslim etmek gerekir.

Temayı esas alırsak, köksüzlük, diğer bir deyişle yersiz yurtsuzluk gibi daha derin bir yaradan kanayan Fatma’yla aramızdaki mesafenin çok kısa olduğunu yüksek sesle dile getirmekte yarar var. Küresel kapitalizmin yeni toplumsal düzenlemelerle mevcut yapıları dağıtarak, göçebelikle, göçebe düşünce kavramlarıyla –tıpkı Fatma gibi- hatta göçebe ruh halleriyle hepimizi esir almadığını kim söyleyebilir.

AĞITIN SONU

Menekşe Toprak

İletişim Yay. 2014. S, 205