‘Aidiyetsizlik kendine güvensizliği doğurur’ (Eda Gökmen-Cumhuriyet Kitap)
Daha önce öyküleriyle tanıdığımız Menekşe Toprak, ilk romanı Temmuz Çocukları’nda Almanya ve Ankara arasında, 80’lerle geç 90’lar arasında gidip gelen, iç içe geçmiş aşk hikâyeleriyle yurdundan kopmak zorunda kalmışların aidiyetsizlik öykülerini anlatıyor. Birkaç kuşağın kaderini etkileyen, geçmişte kalmış bir yasak ilişkinin, Alman Klaus ile güzel ve evli Süheyla’nın aşklarının fonda yer aldığı roman, kadınlar ve erkeklere dair en derin gönül kırıklıklarını dile getirirken geri plandaki kahraman Ankara’yı da anlatıyor. Toprak’la romanı üzerine söyleştik.
-Temmuz Çocukları, anne babalarını ancak yaz tatillerinde gören göçmen ailelerinin çocuklarını ifade ediyor değil mi?
-Evet, tam da onları ifade ediyor. Almanya’nın elli yıllık göç tarihinde binlerce çocuğun yaşadığı dram bu: Bebek yaştan itibaren akraba yanlarında büyümüş, kimi çocukluklarının belli evrelerini anne baba yanında Almanya’da geçirmiş, tekrar Türkiye’ye getirilmiş, ailelerini çoğunlukla yaz aylarında yaşamış bir nesil. Romanın ana karakterlerinden Aysu, bu çocuklardan biri.
– Bu öykü sizi ne kadar zamandır meşgul ediyordu, nasıl doğdu? İçinde kendi öykünüzden ne kadar parça var?
– Bence pek çok yazarın yaşamla ilgili temel bazı meseleleri var. Çoğunlukla da o meselenin etrafında dönüp dolaşır ve gün gelir korkusuzca o meselenin üstüne giderler. Bu roman da, benim için tam da böyle bir şey. Çünkü ben de Temmuz Çocukları olarak nitelediğim çocuklardan biriyim. Aysu’nun ilk kez karşılaştığı Ankara, benim Ankaramdı. Ama benim hikayem daha çok bir duygu, bir ses olarak var burada. Romandaki ailenin hikâyesi, bir Almanla evli Türk kadının yasak aşkı, ailenin bugününü belirlemiş olan geçmişi tamamen kurgu. Yine de tabii ki seslerine, tınılarına vakıf olduğum insanları anlattım. Son on yıl içinde Berlin’de yaşamanın, radyoculuk mesleğim sırasındaki gözlemlerin romanın böyle yazılmasında önemli bir payı var.
‘KİM BUGÜN DOÄžDUÄžU TOPRAKLARDA YAŞIYOR Kİ?’
– Neden özellikle o yılları seçtiniz?
– Romanda iki dönem var: Biri Aysu’nun defterinde yer alan metinlerdeki zaman, ki bu 80’lerin ortasına denk düşüyor, diğeri ise romanın iskeletini oluşturan 90’lı yılların sonu. 80’li yıllarda Ankara donuk, içe kapanık bir şehirdi benim için. Doksanlı yılların sonlarında ise hızla değişmeye ve genişlemeye başladı. Bu romanda amacım mekânlarla birlikte değişen yaşam biçimlerini de anlatmaktı. Bu yüzden Temmuz Çocukları’nın sadece Almanya’ya göçün hikâyesi olarak okunmasını istemem. Kahramanlarımdan biri olan Ankara da, geçirdiği değişimlerle, farklılaşan yüzüyle bir göçebelik yaşadı ve yaşamaya devam ediyor.
– İki arada büyüyen çocukların dramını Aysu daha kitabın ilk cümlesiyle dile getiriyor: ‘Benim hikayem burada başlamıyor.’ Ancak kitapta köklerinden koparılmış tek karakter o da değil. Babaanne dahi doğduğu yerden koparılmış. Anneler hep gizli gizli ağlıyor. Romandaki tüm karakterlerin ortak dramı ‘aidiyetsizlik’ten mi kaynaklanıyor?
– Aslında Anadolu insanının yüzyıllardır yaşadığı bir şey değil mi bu? Hangi birimiz bugün doğduğumuz ve büyüdüğümüz topraklarda yaşıyor ki? Benim ailem 70’li yıllarda Almanya’ya göç etmiş ama ailemin göçebeliği çok eskilere dayanıyor. Atalarımız, bir zamanlar Sivas’tan Kayseri’nin Sarız ilçesine göç etmiş; ama biz bunun tam ne zaman gerçekleştiğini bile bilmiyoruz. Göç, yirminci yüzyılda bütün dünyada yoğun bir şekilde yaşandı, yirmi birinci yüzyılda devam ediyor ama artık sıra onun edebiyat ve sanat aracılığıyla bireyler üzerindeki izdüşümlerini anlatmaya geldi.
– Aysu her anlamda iki arada kalmış bir karakter. ‘Belki güzel olmak bu dünyadaki varoluşuyla benzer bir özelliğe sahipti: İkisi de ne vardı ne yoktu, ne tam silikti ne tam görünürdeydi.’
– Aidiyetsizlik insanın kendine güvensizliğini de beraberinde getirir. Dışarıda ve eşikte durduğunuz her an ayaklarınız yere sağlam basmaz. Görüntünüz, yapıp ettikleriniz hep yerleşik olanın bakışına göre biçim değiştirir. Aslında insanın en çok esip gürlediği yer aile ortamıdır. Ama, Aysu örneğinde olduğu gibi ortada bir aile de yoksa, varoluşunuzu en çok onaylayan, destekleyen mercii de bir şekilde ortadan kalmış olur.
– Bu öykü yalnızca aidiyetsizliği değil, kuşak farklarını ve farklı bakış açılarını da anlatıyor. Yine de her olay tekerrürden ibarettir dedirtiyor. ‘Aslında her bir yaşam, her bir nesil, şartlar ne kadar değişirse değişsin, özünde tekerrürden ibaretti, hepsi birbirinin aynısıydı.’
– Bu, romanın sonunda baba Sabri’nin vardığı bir sonuç. Sabri Bey kurallarına vakıf olmadığını sandığı bir çağda yaşadığını düşünürken gizlice çocuklarını dinliyor ve insani ilişkilerin, kuralların, hassasiyetlerin kendi dönemindekilerden pek de farklı olmadığını kavrıyor. Bunu şöyle de yorumlayabiliriz: Yüzyıl önce yazılmış kimi klasiklerde neden hâlâ kendimizi bulabiliyor, ilişkilerimizi sorgulayabiliyoruz? Bu eserler evrensel değer ve kuralları, en önemlisi de insanı çelişkileriyle anlatabildikleri için. Çünkü insanı insan yapan kavramlar, kurallar, duygulanım halleri zaman içinde biçimsel olarak değişmiş gibi görünse de özünde aynı.
’68 KUŞAÄžININ FELSEFİ OLARAK TALEP ETTİÄžİNİ, 80 KUŞAÄžI TÜKETTİ’
– Romandaki baba karakteri günün birinde yurda dönmek istiyor, hatta arsa ve ev bakıyor. Ancak sürekli olarak anne karakter tarafından engelleniyor. Bunun nedeni annenin bu ülkede hiç tanımadığı bir özgürlüğe kavuşması ve aynı zamanda bebekken kaybettiği küçük kızlarının travmasından uzaklaşma isteği mi? Yoksa başka nedenleri de var mı?
– Bunu sorduğunuza göre, annenin ruh halini az buçuk anlatmayı becermişim. Şükriye Hanım Anadolu’dan Almanya’ya göç etmiş bir kadın olarak ilk kez başını dik tutmayı ve dünyaya erkeklerin gözüyle bakmayı bu ülkede öğreniyor. Ama gençken çocukları peş peşe ölmüş, bu yüzden travma yaşamış ama bunun farkında olmayan bir kadın. Ancak bu travmayla yüzleştikten sonra en azından yaz aylarını memleketinde geçirmeye razı oluyor. Böylece bir çeşit iç huzura kavuşuyor.
– Süheyla biraz da kendi güzelliğinin lanetini yaşıyor. Güzellik sizce de bir lanet mi? Süheyla bütün hikâyenin gerçek kurbanı mı, yoksa tüm aile dramının bencil üyesi mi?
– Süheyla’nın kendi güzelliğinin farkında olup olmadığından emin değilim ama aile için bu güzellik bir lanet. Çünkü Süheyla güzel olmasaydı Klaus’la aşk yaşamaz, ‘ağzı var dili yok, iyi huylu kadın’ olarak evliliğini sürdürürdü. Süheyla ancak kadınlığını, cinselliğini keşfetmeye başladığında talepkâr olmaya başlıyor. Kesinlikle bencil değil, sadece değişen yaşam koşullarında birey olmayı, talep etmeyi geç keşfetmiş ve bunun sancısını yaşamış biri.
– Ayrıca öykü boyunca tüm karakterlerin içseslerini duyabiliyoruz ancak Süheyla ve Yaşar karakterlerini sessiz bırakıyorsunuz. Onların iç dünyalarını tanıyamıyoruz. Süheyla’nın durumunun olayın dramatik gidişiyle de ilgisi var tabii. Sanki özellikle onun sesini duyurmuyorsunuz bize. Yaşar da diğer gizemli karakter olarak kalıyor aynı şekilde.
– Yaşar’ı bilinçli olarak dışarıda bırakmadım. Onun kurgu gereği dışarıda kaldığını yeni fark ediyorum. Sanırım Yaşar’ı anlatsaydım, bu biraz daha farklı bir roman olurdu çünkü Yaşar ailesinden hep uzakta yaşamış, ailenin ve Süheyla’nın dramına hemen hemen hiç ortak olmamış biri. Süheyla’nın sesi ise hem kurgu hem de göç tarihinde üstlendiği rol gereği biraz kısık. Süheyla ne tam taşralı ne tam kentli. Geleneğin ve modernin ortasında, tam anlamıyla eşikte duran ikinci nesil göçmen kadınlardan. Sesini çocukluktan itibaren yükseltmeyi öğrenememiş, böyle olduğu için de dışarıdaki şiddeti kendisine yöneltmiş biri. Bu yüzden sesine ancak çevresindeki insanların onu algıladığı kadar yer verebildim.
– Klaus, Süheyla’yla tanıştıklarında onu ‘dünya nimetlerini oburca tüketmesi gereken 80 kuşağının tipik bireylerinden biri işte’ diyerek tanımlıyor. Süheyla’nın bu maceraya girmesindeki güdülerinden biri de bu mu?
– Bu, 68 kuşağı Klaus’un bir yargısı, 68 kuşağının kendisinden sonraki nesle getirdiği eleştirilerden biri diyelim. 68 kuşağının belki felsefi olarak talep ettiklerini, 80 kuşağı tüketmeye başladı. Ama tüketirken ‘tüketilmeyi’ de dilemez miyiz? Yani talep edilmeyi, başkaları tarafından arzu edilmeyi’
– Peki, Klaus nasıl biri? Yalnızca gençlik ve güzelliğin peşinde olan, sorunsuz bir Batılı erkek mi? Yoksa onun travmaları da hatırlamak ve konuşmak istemediği çocukluk yıllarında mı saklı? Bir 68 kuşağı üyesi olarak o da değişimlere mi ayak uyduramıyor?
– 68 kuşağı hep çok ilgimi çekti. Diyebilirim ki Klaus figürü bu ilgim nedeniyle doğdu ve Süheyla ile böylesi bir aşk yaşadı. 68 kuşağının ortak özelliğini özgürlük ve bağımsızlık talebi, gelenekleri sorgulama kavramları altında toplayabiliriz. Ama başkaldırı güdüsü her toplumda farklı olmuş. Örneğin, Alman 68 kuşağını Nazi rejimini onaylamış ve yaşamış ebeveynlerine bir başkaldırı olarak da tanımlayabiliriz. Artık yaşlanmaya başlayan Klaus’un yaşadığı ise daha çok hayal kırıklığı: Hem inançlarını yitirmiş olmanın hayal kırıklığı hem de bir çeşit yılgınlık ve yorgunluk. Süheyla’nın peşine düşmesinin nedeni ise içinde yeniden filizlenen heyecanı, yaşama sevincini yakalama isteği daha çok.
– ‘Mesela bir kadın sevmediği bir adamla sırf evlendiği için o adam tarafından tecavüze uğramış olmuyordu sanki.’ Bunu söyleyen ablası Süheyla’nın hastalığı ve evliliği üstüne düşünen Aziz oluyor. Bunu özellikle mi Aziz’e söylettiniz? Cümleyi biraz daha açar mısınız? Bu kitabın en önemli meselelerinden biri’
– Aziz, Alman ve Türk kimliğini özümsemiş, ailenin ayağı sağlam yere basan tek üyesi gibi. Ama yine de tam değil. Çünkü aslında bizler ailelerimizin hafızalarını, yaşadıklarını genetik birer kod gibi devralırız ve Aziz de ailenin dramından payını almış bir genç. Aziz, ablası Süheyla’nın psikolojik hastalığı üzerinde kafa yorarken bir anlık bir aydınlanma yaşıyor. Çünkü Süheyla yıllarca istemediği bir evliliği sürdürmeye çalışmış, sonra da ondan kurtulma savaşını vermiş ve bütün ailenin düzenini alt üst etmiş bir kadın. Aziz o güne kadar ablasının bu evlilikten neden kaçmak istediği üzerinde hiç düşünmediğini akıl ediyor ve ilk kez evlilik kavramının kutsallığı altında gerçekleşen tecavüzlerin kimse tarafından sorgulanmamış olduğuna şaşırıyor. Bunu özellikle Aziz’e söyletiyorum, çünkü Aziz, dünyayı, kadınları, ilişkileri yeni yeni anlamaya çalışan bir genç.
‘İNSAN BAŞKASINI NE KADAR ANLARSA ANLASIN, SON KERTEDE BENCİL’
– Yine Aziz, ablalarını düşünürken ‘onların birer kadın olarak kendisinden, ağabeyinden farklı, bambaşka şeylerle baş etmek zorunda olduğunu’ geçiriyor aklından. Bunu ilk kez düşündüğüne de şaşırıyor. Bunun bu kadar geç farkında olmasının nedeni, ailesinin çevresine kurduğu korunaklı ortam mı? Nedir?
– Aslında geç fark ettiğini söyleyemeyiz. Henüz yirmi yaşında bir delikanlı Aziz ve o güne kadar Türk kadınlarına cinsel açıdan hiç yaklaşmamış. Ama ilk kez Meltem adında bir kıza ilgi duyuyor. O güne kadar farkına varmamasının diğer bir nedeni ise aslında için için düzenin bozulmuş olmasından rahatsız. Nihayet, bir sonraki adımda, ablasının evinin kadını olmasını diliyor. Çünkü insan başkasını ne kadar anlarsa anlasın, son kertede bencil ve kendi düzeninin ve huzurunun peşinde.
– Romanın kahramanlarından biri de Ankara’ Aysu ilk gördüğünde zamanın ve kavramların donmuş olduğunu düşündüğü bu şehri, neden bu kadar çok seviyor?
– Çünkü Aysu ilk geldiğinde ürküntüyle izlediği Ankara’da yaşamaya başlıyor, orada ilk kez âşık oluyor, kendine ait mekânlar keşfediyor. Bir şehri sevmek için çok önemli nedenler değil mi bunlar? Bu arada Ankara’yı ben de seviyorum, en azından on yıl öncesine kadar bu böyleydi. Ben ilk gençlik yıllarımı Ankara’nın Yenimahalle ilçesinde geçirdim. Bahçeli, tek veya iki katlı evlerle dolu, mahalleliğin yoğun bir şekilde yaşandığı bir yerdi Yenimahalle. Benim için yerleşikliğin ifadesiydi. Ama şimdi o evler yıkıldı, yerlerine apartmanlar yapıldı. Öğrencilik yıllarımızda kitapçılarıyla, kahveleriyle ve sessizliğiyle tanıdığım ve çok sevdiğim Yüksel Caddesi mesela gürültülü barlarla, dükkânlarla doldu. Bence Ankara hakkı yenmiş bir kent. Yazar ve sanatçı biyografilerine bakın, nicelerinin yolu oradan geçiyor. Size iddialı gelecek ama bence Ankara ‘insan’ yetiştiriyor, İstanbul onu oburca alıyor, kullanıyor, tüketiyor ve tükettiriyor.
– Bu öyküde yalnız kadınlar değil erkekler de son derece duygusal ve kırılgan yaratıklar olarak çıkıyor karşımıza’ Gençliğinde esen gürleyen baba karakteri bile yaşlılığında duygusallaşıyor. Erkekleri neden bu şekilde anlatmak istediniz?
– Edebiyatın görevi eğer insanı anlatmaksa, bunu bütün çelişkileriyle ve büyütecini insanın değişen ruh hallerine yönelterek yapmalı. Ben erkek ve kadın figürlerime eşit mesafede bakmaya çalışıyorum. Hem erkeklerin kırılgan ve duygusal olmadığını kim iddia edebilir ki? Romanımdaki erkeklerin en az kadınlar kadar duygusallığının öne çıkması ise hepsinin bir kırılma anı yaşaması ve Süheyla’nın trajedisine ortak olmasıyla ilgili. Üstelik pek çok kişinin içsel hesaplaşmaya girdiği bir yılbaşı gecesi yaşanıyor. Ayrıca yaşlanmaya başlayan Klaus’un ve Sabri Beyin kendilerine acıdıklarını da unutmamalı.
– Romandaki bir söz de dikkat çekiyor: ‘Kız çocuklarının o suçluluk duygusu, aciz görünen her erkek karşısında kapıldığı o garip vicdan azabı.’
– Kız çocukları hâlâ geniş çapta erkeğin hem annesi hem de ona tâbi, onun iktidarını kabul etmesi gereken ‘öteki cins’ olarak yetiştiriliyor. Erkek egemen toplumlarda annenin vicdanı daha çok erkek çocuk karşısında sızlar. İçselleştirilmiş bir iktidara ihanet ederken de suçluluk duygusu içinde olmaz mıyız? Mesela boşanmalarda kadınların yaşadığı en yoğun duygu, kocasının onsuz ne yapacağına dair kapıldığı suçluluk duygusu ve vicdan azabı.
– Romanda pek çok aşk hikâyesi ve ilişki var. Sizce en gerçeği, en derini, en dokunaklısı hangileri? Bu öyküde aşkın gerçek yeri nedir?
– Burada anlatılan aşk hikâyelerinden hangisinin en gerçek olduğunu belirlemek bana düşmez. Yazarın görevi bunu yaşayan insanların ruh hallerini, davranışlarını, çelişkilerini inandırıcı biçimde okuyucuya sunmaktır bence. Ama romandaki en dokunaklı aşkın Süheyla’nınki olduğunu söyleyebilirim. Çünkü Süheyla, aşkı ve buna bağlı cinselliği geç keşfediyor ama sevdiği adam tarafından yüzüstü bırakılıyor. Bu romanda aşk, Aysu örneğinde olduğu gibi yaşamda dengeyi bulma ve bir yere ait olma işlevini görüyor. Çünkü gövdenin de aradığı aslında aşk ve buna bağlı cinsellik ve tamamlanma isteği değil mi? Aşkın tavsadığı yerde ise gövde yuvayı, memleketi de yitirmiş oluyor.
Temmuz Çocukları/ Menekşe Toprak/ Yapı Kredi Yayınları/
Söyleşi: Eda Gökmen Cumhuriyet Kitap, 3 Mart 2011
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.