Arıların Fısıldadığı Huzursuzluk, Milliyet Kitap, Söyleşi: Özge Tabak

 

* İlk romanınız “Temmuz Çocukları”nda Almanya-Türkiye hattı ile kimlik ve yurt kavramları konu ediliyordu. “Ağıtın Sonu”nda Avrupa’ya gidip orada bir hayat kuran Fatma’nın Türkiye’ye dönüşüyle başlıyorken burada da Almanya’dan gelen bir cenazeyle başlıyor roman. Kahramanların göç etmesi, terk ettikleri yerlere geri dönmeleri ortak temalardan. Göçmenliği yaşamış biri olarak bu temalara sık yer veriyor oluşunuz tesadüfi olmasa gerek. Bu durumun size sordurduğu hangi sorular ya da kendinizde fark ettiğiniz ne gibi etkileri kaleminizi bu temalara doğru itiyor?

Aslında bugüne kadar roman ve hikâyelerime konu olan kişiler – ister sadece bir ruh hali isterse de küçük küçük etkileşimler şeklinde olsun – bildiğim, içinden çıktığım bir kültürün insanları. Bu insanlarla az ya da çok hâlâ etkileşmeye devam ediyorum. Bazıları yaş alıyor, bazıları yaşlanıyor, bazıları ölüyor, bazıları da öldüklerinde Arı Fısıltıları’ndaki Zahide gibi doğdukları topraklara gömülmek üzere geri dönüyorlar. Göç edeni, göçe zorlananı ve geri döneni anlatıyorum sıklıkla çünkü hayattaki tanıklıklarım bunlar.
Ama bu romanda yerleşememeye sadece insanlar üzerinden değil, insanların hem birbirlerine hem de diğer canlılara ettiklerine, onları doğal yaşam alanlarından nasıl koparabildiklerine de bakmak istedim.

* Kadın kimliği ve sorunları da ön planda. “Kadına kalp atışlarının sorulmadığı bir yerde ve zamanda büyüyen” Zahide’nin hikayesinde, ilk kez aşkla tanışan genç Suna’da, eş ve anne olma üzerinde okuyabileceğimiz Azime’de… Sizin için önemi nedir kadın kimliği ve sorunları üzerine yazmanın?
Duygu Asena Roman ödülünü kazanan Ağıtın Sonu romanımda kadınlık meselesini merkeze almış, bağımsız ve güçlü görünen kadının yalnızlığını anlatmıştım. Bu romandaki meselem ise doğrudan kadınlık değil. Kadınlık ya da erkeklik halleri romanın kurgusuna katkıda bulunduğu oranda çıkıyor karşımıza. Örneğin Zahide’nin kadınlığı nerdeyse sadece anneliği kadar. Yerleşemeyenlerin yerleşmesini, evine varamayanların ulaşmasını önemseyen, on altı yaşından itibaren anne olmuş ve bunu sürdürmeye devam eden bir ruh Zahide. Derviş’e ulaşmadaki ısrarı da yine bu özelliğiyle ilgili.
Şimdi romana dönüp baktığımdaysa Zahide’nin kraliçe arıyla epey benzerlikler taşıdığını fark ediyorum. Arılara bu kadar ilgi duymam kraliçe ile işçi arıların kurdukları muazzam dişil düzen de olabilir.

* Üç cenazenin kalktığı bir köy ve bu cenazelerle arasında ‘özel’ bir bağ olan Derviş var karşımızda. Bu acılara, ölümlere tanıklık ediyor ve onların huzursuzluğunu yaşıyor. Ana karakterler için ortak bir sıfat kullanmak gerekirse “huzursuz” diyebiliriz sanırım. Olmaları gereken yeri bulamamışlar, “arayışta” her biri. Bu karakterleri yaratmayı seçme sebepleriniz neler? Dünyada şu anda da sürmekte olan göçlerin, yurt arayışı içinde olma halinin etkileri var mı?

“Huzursuzluk” bence romanı iyi özetliyor. Buradaki en büyük huzursuz ise yaşamı kendine yurt edinemediği için gitmeye karar vermiş olan Olcay. Aslında Derviş’le benzeşiyorlar da. Olcay belki birkaç derece daha nihilist. Tıpkı Derviş gibi, ruhen doğaya sığınmış olsa da yüzünü tam olarak ona çevirebilmiş değil Olcay da.
Tabii bu romanda her ne kadar yerleşemeyenin huzursuzluğu varsa da, aslında nesilden nesle devredilen, kendini hep tekrarlayan genç ölümlerin ve buna bağlı yasın anlatımı ağırlıkta bu romanda. Derviş’se yastan, kederden, kalabalıklardan kaçmaya çalışırken – üç cenazeyle doğrudan bir akrabalığı ve bağı bile yok- yine de bu yasa ortak olmak zorunda. Onun yaşadıklarını toplumsal belleğimiz olarak da okuyabilirsiniz.

* Üç farklı ölüm biçimi var eserde, buradan hareketle de yaşamlarına odaklanıyorsunuz. Ayrıca cenazeleri takip eden ritüeller, helva kavurmak gibi, ateş yakmak gibi farklı inanışlara ait farklı geleneklere, toplumsal ögelere yer veriyorsunuz. Bu konuların önemi, sizin için ifade ettikleri nelerdir?

Helva, mezarda yakılan ateş, ölünün ardında yapılan temizlik, yaşlı Nesibe’nin sabahları güneşe doğru çevrili yüzü…ana damarı Şamanizm olan, doğaya yakın kültürlerin ortak gelenekleri. Tüm bu gelenekleri bunlara kısmen yabancılaşmış olan şehirli insanın üzerinden anlatmayı uygun buldum, çünkü birincisi böyle bir çağda yaşıyoruz, yani az çok yabancıyız bu geleneklere. Öte yandan bunlar doğayla, toprakla iç içe bir yaşam sürdürmüş olan insanın ritüelleri ve ben bir soru soruyorum aslında: Doğadan kopmuş olan insan ona geri dönerken, nereye dönüyor. Böyle bir dönüş mümkün mü? Ona saygıyla yaklaşabilecek mi? Derviş yüzyıllardır aynı yerde yaşayan arıların bir kısmını bir kovana kapatıp fidan bahçesine götürürken, onlara zarar mı vermiş midir? Gelecekte belki de kullanacağı zehirli bir ilaçla daha da zarar verecek mi?

* Birer kelimeyle özetleyecek olsanız Zahide’de, Suna’da, Olcay’da ve Derviş’te sizden hangi parçalar, hangi tarafınızın yansıması var? Aralarından daha yakın bulduğunuz, yazarken daha farklı bir bağ geliştirdiğiniz biri var mı?
Alında hepsinde az ya da çok belli yanlarım var elbette. Ama en çok da romanda beli belirsiz anlatılan Zahide’nin küçük kızıyım ben. Öte yandan daha fazla anlatmak istediğim halde, kitabın kurgusu gereği sesine dolaylı bir şekilde yer verdiğim Olcay’la da bir ruh akrabalığım olduğunu söyleyebilirim.

* ” Olcay’ın ‘evinde’ hissetmesi kilometrelerce ötede bilmediği bir dağın eteğinde oluyor romanda. “Ev”, “yurt” kavramları, “yabancı” olma kavramı sizin için ne ifade ediyor? Nasıl tanımlıyorsunuz bu kelimeleri?

Olcay yaşayarak kendini evinde hissetmemiş olan biri. Onun evi yıllar önce bir an havasında, ışığında ve medeniyetten uzak oluşunda huzur bulduğu bir dağın eteği olmalı. Bu bağlamda ev ya da yurt huzuru yakaladığımız, kendimiz olabildiğimiz yer ve sevdiğimiz insan ya da insanlar olmalı. Ailemiz, dilimiz, dinlediğimiz şarkılar, türküler, bazen de sadece odamız, kütüphanemiz yeşerttiğimiz bir bahçemizdir.

* Özellikle arılar ve onların düzenini seçmenizin nedenleri neler? Hangi açılardan cezbetti, hikayenizle paralellik kurduğunu düşündünüz?

Arılar uzun süredir meşgul ediyorlar beni. Muazzam düzenleri, doğayla olan alışverişleri büyüleyici. Öyle ki “Ağıtın Sonu” romanımdan hemen sonra doğrudan bir arı romanı yazmayı planlamış, çok farklı metinler kaleme almış, farklı kurgular denemiştim. Sonunda böyle bir romanın parçası ve ana öğesi haline geldiler. Hikâyemle paralellikleri ise: Ölüm ve göç. Çünkü yıllardır bilim adamları bağırıp duruyor: Arılar ölüyor. Meyve ve sebzelerin yüzde seksenini tozlaştıran arılar çarpık kentleşme, sanayi, tarımda haşere ilaçların kullanımı nedeniyle ve insanın doğanın düzenini bozan daha nice nedenlerle ölüyor ya da yerlerinden ediliyorlar. Ve bilim adamları kara kara düşünüyorlar: Arılar bir gün olmazsa, yaşam da olur mu?

* Arıların büyüleyici düzenlerini öğreniyoruz bölümlerde. Kitap boyunca süren doğaya karışma ve o zaman huzur bulabilme, doğayla ve doğada sınanmış bilgilerin kıymeti gibi konular hakkında siz neler düşünüyorsunuz? Doğanın biz insanların göz ardı ettiği değeri ve insanlardaki etkileri üzerine neler söylemek istersiniz?

Şunu kabul etmeliyiz artık: İlk aleti yaptığımızdan, doğadaki hayvanlara ve bitkilere isimler verip onlar üzerinden egemenliğimizi kurduğumuzdan beri doğayı talan ediyoruz. Bu talanın ekolojik dengeyi nasıl bozduğunu ve bize de zarar verdiğini fark ettik ve doğaya geri dönmeye çalışıyoruz: Organik üretimle, doğada yaşamaya çalışarak… Ama pek çok kez yaptığımız şu: Ağacı topraktan koparıp saksılara dikiyoruz. Ya da vegan, vejeteryan olmaya karar verirken hayvanları nasıl boğazladığımızı ya da sömürdüğümüzü değil de, sağlığımızı düşünüyoruz daha çok. Ama yine de şöyle bir umudu taşımayı yeğlerim: Madem akılla kurduğumuz medeniyetlerle diğer canlı türlerinin yok olmasına sebep olduk, oluyoruz, bundan böyle de bu aklı daha çok onları korumak için kullanamaz mıyız?

* “İnsanla arı arasındaki tek fark nedir bilir misiniz? Onların içgüdüsel, bizimse hileli bir aklımız vardır” diyor arıcılıkla uğraşan yaşlı adam kitapta. Siz ne düşünüyorsunuz? İnsan olarak hayvanlardan öğrenmemiz, ders almamız gereken noktalar neler sizce?
Arılar üreten ve ürettiklerini de saklayan ender hayvanlardan. Bal üretir, o balı korumak için balmumu yapar, yuvasını temiz tutar, sıcaklığını, ısısını ayarlar. Muazzam bir beyin gibi çalışır arı topluluğu. Ama arılar bizim için değil, kendileri için çalışır, balı bizim için değil, gelecek nesilleri için üretip saklar. Peki biz ne yapıyoruz. Erzaklarına el koyuyoruz. Çok sayıda arıcı da arının önünden aldığı balın yerine şekerli su yani zehir koyabiliyor.
Hâlbuki doğadan öyle çok şey öğrenebiliriz ki: Arıyla meyve çiçeğinin karşılıklı alışverişine baktığımızda, adaleti keşfedebilirmişiz gibi geliyor bana. Arı çiçekten bal üretmek için poleni alır, ama bunu yaparken de tozlaşma yoluyla o çiçeğin meyveye durmasını sağlar. Bundan daha adil bir alışveriş olabilir mi?

* Kadın ve erkek karakter yazmanın farkı oluyor mu sizin açınızdan? Hemcinslerinizi daha iyi ya da daha rahat yazdığınızı düşünüyor musunuz?

Kadınların değişken ruh halleri, çoğu zaman erkeklerden daha farklı şekilde göğüslemek zorunda oldukları, gövdeleriyle olan ilişkileri hikâye yazmaya çok elverişli bence. Öte yandan erkek karakterler de hep var metinlerimde. Ama klasik erkek tipi pek ilginç gelmiyor bana. Biraz kırılmış, biraz hasarlı olanı anlatmak çok cazip. Romandaki Derviş de böyle bir karakter: Ne tam şehirli ne tam taşralı. Spermaları az olduğu için uzun yıllar çocuk sahibi olamamış, çocukken ağaçtan düştüğü için bir an öldüğü sanılmış, kendisiyle sürekli didişen bir erkek. Derviş’in Zahide’nin, Olcay’ın ve Suna’nın sesini duyabilmesi yani duyarlılığı da yine bu kırılmışlığından kaynaklanıyor.

* Siyasi ve toplumsal olay ve karakterlere konu olarak yer vermenin yanı sıra karakter kurgularken toplumun etkisi nasıl oluyor? Daha güçlü, kendi kimliğini daha net ortaya koyan kadınlar mı yazmaya gidiyor daha çok kaleminiz?

Güçlü kadınlar yazıyorum, çünkü kadınlar gerçekten de güçlüler. Doğalarından, bedenlerinden aldıkları bir güç bu. Sabretmeyi, direnmeyi biliyorlar, çünkü tarihsel ve kültürel bir baskılanmayla karşı karşıya kalmışlar. Bugün Türkiye’de bu kadar çok kadının erkekler tarafından öldürülmesi de bana göre geniş çapta kadının hazmedilemeyen bu gücünden kaynaklanıyor..

* Edebiyat hayatınızdaki yeri nasıl “Arı Fısıltıları”nın? Roman alanında daha yetkin, Duygu Asena Roman Ödülü sahibi bir romancı olarak kaleme aldınız eseri, bu anlamda yansımaları nasıl oldu yazım sürecine, hissiyat olarak sizdeki etkileri nasıldı?

Arı Fısıltıları’nın tam yerini tespit etmem zor. Ama şunu söyleyebilirim: Metinlerim gittikçe sadeleşiyor, cümlelerim kısalıyor ve ben daha az dolambaçlı yollara saparak anlatma yollarını seçtiğimi biliyorum.
Duygu Asena Roman Ödülü ise genel olarak bana iyi geldi. Şans getirdi. Her şeyden önce Ağıtın Sonu’nun Almancaya çevrilmesine vesile oldu, belki diğer dillerin de kapısını aralamış oldu.
* Radyoculuk yapıyorsunuz bir yandan. Son olarak yeni projelerinizi sormak istiyorum. Yeni kitabınıza başladınız mı, nasıl bir kitap gelecek? Roman mı öykü mü… Bir öykü ya da bir roman yazacağım planıyla mı oturuyorsunuz masa başına ya da yazdıkça mı kendi formunu buluyor o eser?
Yeni bir roman projesi var. 1920’lerin sonları ile 30’ların başlarında Berlin ve İstanbul hattında geçen, yazar Suat Derviş’e benzeyen bir kadının hikâyesini, onun yazıyla olan kavgasını yazmak çok cazip geliyor bana. Ama işin henüz çok başındayım, konuyla ilgili okumalarımın ve kalemimin karşıma nasıl bir sürpriz çıkaracağını şimdiden kestiremem çok zor, çünkü bugüne kadar yazmak için kurguladığım her metin yolda hep değişti.
Milliyet Kitap, 20 Haziran 2018