AĞITIN SONU: BİR SÜRÜ YERİ İÇİNDE TAŞIMANIN YÜKÜ
Radikal Kitap
21.02.2014 04:30:00
Bir sürü yeri içinde taşımanın yükü
Menekşe Toprak: “Bazı metinler aslında siz yazmaya başlamadan önce kafanızda yazılmış olurlar. Yıllardır beni hep meşgul eden konulardan biriydi Ağıtın Sonu’nda anlatmayı denediğim şeyler.”
21.02.2014 04:30
MUSTAFA TÜZEL
Berlin ve İstanbul’da yaşayan Menekşe Toprak’ın daha önce iki öykü kitabı ve Temmuz Çocukları adlı romanı yayımlanmıştı. Yazar şimdi de yeni romanı Ağıtın Sonu ile karşımızda. Roman, lodos nedeniyle İstanbul’un bir adasında mahsur kalan Fatma’nın Kerem’le tanışma hikâyesiyle başlıyor. Yazarla yeni romanını konuştuk.
Kitap ilk bakışta lodos gibi yoğun bir imge eşliğinde başlayan büyük bir aşk hikâyesi vaat ediyor okura. Ancak ilerleyen sayfalarda daha çok bunun sancılarıyla karşılaşıyoruz. Aşk âdeta Fatma’nın geçmişte bıraktığı yaşamıyla yüzleşmesine vesile oluyor. Ne dersin?
Öyle de diyebiliriz. Fatma, on yıla yakın Hollanda ve Almanya sınırındaki uluslararası bir şirkette çalışmış, daha önce kazandığı bir bursla yüksek lisans yapmış bir kadın. Krizle beraber işten atılmış ve İstanbul’da şansını denemeye gelmiş. Zaten varoluşsal kaygılar içindeyken fırtınalı bir günde, için için aradığı bir şey olan aşk çıkar karşısına. Kaygılarını, memleketine duymuş olduğu eski özlemlerini ve kentte yaşadığı yabancılığı unutur, bir an bir yere ait olabileceği duygusuna kapılır. Ancak ta çocuklukta âdeta efsaneleştirdiğimiz aşkın acılı kısmı nasip olur Fatma’ya. Yitiklik duygusu içindeyken sarılabileceği tek bir şey kalır geriye: Geçmiş.
Aslında çoktan beri sırt çevirdiği bir geçmiş bu.
Fatma, gecekondu semtinde yetişmiş. Babası, kendisi çok küçük yaştayken öldürülmüş, annesine yaralı bir şekilde bağlı bir kadın. Sadece annesine değil, dedesinin anlattığı masalları ve hikâyeleri yaktığı ağıtlarla hep yarım bırakmış olan babaannesine, içinden çıktığı Kürt-Alevi kültürüne, çocukluğunda yetişkinler tarafından kendisine yasaklanmış anadiline de yaralı bir şekilde bağlı.
Kendine ait bir şeye tutunma arzusunun romanı diyebilir miyiz Ağıtın Sonu için?
Anlatmak istediğim tam da buydu. Ağıtın Sonu kendi yerinde olamamanın ama bir sürü yeri de içinde taşımanın yükü biraz da. Bazı metinler aslında siz yazmaya başlamadan önce kafanızda yazılmış olurlar. Yıllardır beni hep meşgul eden konulardan biriydi Ağıtın Sonu’nda anlatmayı denediğim şeyler. Hatta bunun izlerini ilk öykü kitabım Valizdeki Mektup’ta da görebilirsiniz. Anadili kendisine yasaklanmış, ait olduğu etnik ya da dini kimlik çoğunluk toplum tarafından hor görülmüş modern insanın çıkmazı, yalnızlığı ve içindeki boşluk… Ki Ayhan Geçgin Son Adım adlı romanında büyük kentte her şeye yabancılaşmış olan Alisan’ın iç dünyasıyla çok güzel anlatmıştı bunu. Son Adım’dan küçük bir bölümü kitaba alıntılamam da Geçgin’in meselesine duyduğum yakınlığı belirtmek içindi. Bense içine doğduğu kültürü ama sadece bunu da değil, yaşadığı kişisel acıyı inkâr etmiş ama o kültüre ait türkülere, yarım anlatılmış masallara özlem duymuş olan Fatma’nın tekil hikâyesiyle modern kadının dünyasına bakmak istedim.
Hiçbir yerde kendi yerinde olamaması, o an bulunduğu yere başka bir gözle bakmasına, bir anlamda kaybolmamasına da yardımcı oluyor Fatma’nın.
Teselli mi bilmem ama aslında büyük kentlerde yaşayanların durumu tam da böyle. Birkaç arkadaşımız, bir işimiz, bir de ailemiz varsa tutunmuşuzdur. Ama ya bunlara tutunmak istediği halde bunu beceremeyenler? Fatma beceremeyenlerden olduğu için geçmişe dönmek zorunda kalıyor. Peki, geçmişteki bir acıyı nasıl anarız, anlatırız ya da başkalarının bundan pay almasını dileriz? Ağıta çevirerek sürekli yas mı tutarız, yoksa anlatının büyüsüne kapılıp bir şölene mi çeviririz? Ben de Fatma’nın kimseye anlatmadığı, tıpkı babaannesi gibi bir ağıt şeklinde yaşadığı geçmişini yer yer masal gibi anlatmayı seçtim.
O halde masallara gelelim. Fatma’nın İstanbul’daki yaşamının handiyse olağan akışında masallar birer sürpriz.
Kitapta yer alan iki masal da mitolojiye ve masallara yaslıyor sırtını. Romandaki iki masal, Fatma’nın yaşadıklarından bağımsızmış gibi görünse de, aslında onun ve çevresindeki diğer kadınların içinde bulundukları hayatın bilinçaltı okuması… Bilirsin mitoloji de toplumların bilinçaltını yansıtır. Tevrat inanılmaz zengin bir kaynak bu konuda, Gılgamış Destanı keza öyle. Öte yandan, bu romanın nihai yazımında da masallar önemli bir rol oynadılar. Sonbaharda İletişim Yayınları’na gönderdiğim dosyada sadece bir masal vardı ve bu, dosyanın sonunda yer alıyordu. Editörüm Levent Cantek, metnin bütününden bağımsız okunabildiği için masalı kitabın başlarına koymanın güzel olabileceğini söylemişti. Ben masala dosyada uygun bir yer ararken masal hikâyenin bütününe yön vermeye başladı. Bazı bölümler atıldı bu sayede, bazı bölümler yeniden yazıldı, sonra yeni bir masal filizlendi. Yani yazma sürecinde de bilinçaltı rolünü üstlendi masallar.
Temmuz Çocukları adlı romanınla karşılaştırdığımda anlatımda sadeleşmeye gittiğini görüyorum.
Türkçede biraz sorunlu görülebilecek uzun cümle kurma zaafım vardı. Bu kitapta bundan kurtulma yollarını aradım biraz. Dil statik değil ki; sizinle, konularınızla beraber sürekli değişiyor. Hatta ilk kitaplarımı da sonraki baskılar için yeniden gözden geçirmeyi düşünüyorum.
İki öykü kitabı, iki roman, yol ayrımında mısın? Çekmecende neler var?
Galiba beni meşgul eden, toplumsal gerçekçi yönleri de ağır basan hikâyelerimi yazdım. artık sıra, çok severek okuduğum ütopya-distopya edebiyatına geldi. Distopik bir roman yazmak vardı hep aklımda. Bakalım, yavaş yavaş pişiyor şimdilik.
AĞITIN SONU
Menekşe Toprak
İletişim Yayınları
2014, 205 sayfa, 17 TL.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.