Kimlik Tespiti
Menekşe Toprak
Ot Dergisi, Mart 2015 sayısı
Bundan on yıl önceydi. Soğuk bir kış sabahı Berlin’de çalıştığım radyoevinin koridorlarında bir haber yankılandı. Yoğunlukla yabancıların yaşadığı bir semtte, bir kadın sokak ortasında öldürülmüştü. Yirmi üç yaşındaydı kadın. Türk’tü. Adı Hatun Sürücü’ydü. Muhtemelen bir namus cinayetiydi bu. Muhtemelen aile kararıyla gerçekleşmişti cinayet.
Berlin ve çevresine Almanca’nın yanında akşam saat beşten sonra yabancı dillerde de yayın yapan (ve Aralık 2008’de kapatılan) bu çok dilli, çokkültürlü kamu radyosunun Türkçe bölümünün redaksiyon toplantısında kaç kişiyiz, hatırlamıyorum. Omuzlar düşmüş, dudaklar sımsıkı kenetli, gözlerde koyu bir karamsarlık. Sanki, adını o gün ilk kez duydukları bu isim kardeşleri, ablaları, bir yakınları da yasta herkes. Sanki radyocu, gazeteci, işlerini yapan profesyoneller değil de, sevilen bir halk önderini kaybetmiş yandaşlar oturuyor orada. Nihayet sessizliği bozan yorumlar geliyor usul usul: Yahu bu çağda… Berlin’in göbeğinde… Namus cinayeti… Ne zaman adam olacak bunlar? Kabak yine bütün Türklerin başında patlayacak… Hatun ismi peki? Nereliymiş ki aile? Doğulu? Ağızlardan bir fısıltı, bir umut arayışı gibi dökülen soruların yanıtı çok geçmeden gözü kulağı her taşın altında olan ajanslar tarafından düşecekti bilgisayar ekranlarına. Hatun, adı üzerinde, Erzurumlu bir Kürt! Kendine Türk diyen herkesin içi rahat, başı dik. O güne kadar belki Kürt sözcüğüne bile tahammül edemeyenler, mesela Türkiyeli oldukları halde Kürt kimlikleriyle dolaşan Almanca bölümündeki iki gazeteciye fena halde kıl olanlar, ilk kez canı gönülden Kürtlerden söz edebilir, artık o iki bölücü meslektaşlarını seve seve kendilerinden ayırabilirlerdi. Gerçi o ikisi de aynı zamanda Aleviydi, bu kimlikleri namus ya da töre cinayetine kurban giden Hatun Sürücü ve ailesinin profiline pek uymuyordu, ama olsun. Kimlik tespiti yapılmıştı, Hatun’un hazin hikâyesine, can yakan trajedisine yakından bakılabilirdi artık.
Berlin’de doğup büyüyen Hatun Sürücü 16 yaşına bastığında İstanbul’daki amcaoğluyla zorla evlendirilmiş, İstanbul’a gönderilmiş, bu evlilikten bir oğlu olmuş ama o ne kendisine zorla dayatılan bu evliliğe ne de İstanbul’daki dış dünyaya kapalı bir yaşama alışmıştı ve sonunda dayanamayıp öldürüldüğü gün beş yaşında olan oğluyla Berlin’e geri dönmüştü. Ama arkaik geleneklerinden dirhem taviz vermeyen ailesi rahat verir mi Hatun’a? Kocasına geri dönmesi için baskı üstüne baskı, tehdit üstüne tehdit… Genç kadın çaresiz, bir süre oğluyla birlikte bir kadın sığınma evinde kalmış, sonra bir meslek okuluna başlamış, başörtüsünü atmış başından, bir ev bulmuş kendine, bir de Alman sevgili… Ve derken soğuk bir şubat akşamı, muhtemelen çocukken aynı yatağı paylaşmış olduğu, bebeklik kokusunu bildiği 17 yaşındaki kardeşi Ayhan Azrail kılığında dikilmişti karşısına.
İnsanlar Hitler dönemi ve eski Doğu Almanya günleriyle hesaplaşmak adına her gün başka bir belgesel izleyip aynada kendine ve atalarına bakmaktan sıkılmışken, medyanın arada bir sarıldığı göçmen sorunları bu cinayetle birlikte muazzam bir kıvama, hazmı kolay bir tava gelmişti. Trajik otobiyografilere doymayan kitap endüstrisi elini ovuşturabilirdi artık.
Radyoda Türkçe yayınlarının haftalık kitap/edebiyat ve kültür programlarının sorumlusu olarak 2008’in son günlerine kadar konuyla ilgili kaç kitabın elime geçtiğini hatırlamıyorum bile. Cami çevrelerinde beş altı kadınla yapılmış röportajlardan yola çıkılarak alelacele yazılmış kitaplarda her evli Türkiyeli göçmen kadın neredeyse zorla evlendirilen kadınlara dönüşürken, bu kitaplar çok satmaya, o kitapları kaleme alıp da bir anda parlayıveren Necla Kelek gibi akademik yönü tartışmalı isimler – yıldızları şimdilerde sönmüş olsa da – yazar ilan edilmeye ve edebiyat festivallerinde boy göstermeye başladı. Aile baskısından kurtuluşunun mücadelesini kaleme alan kaç Müslüman kadının biyografisi yayınlandı, kim bilir. Tabii konsepsiyonel edebiyat durur mu, o da el attı işe. Feridun Zaimoğlu mesela Leyla adlı romanında Türkiye’den çıkıp tek başına Almanya’ya gelen, önce bolca babasının sonra da kocasının zulmünden nasiplenen Leyla’nın çilesini anlatarak ünlendi. Namus, kadına yönelik şiddet öyle rağbet görmeye başlamıştı ki Alman topraklarında, Elif Şafak’ın konuya cuk oturan İskender adlı romanı Ehre (Namus) olarak çevrildi. İçler acısı sürüyle belgesel filminin yanında Sibel Kekilli’nin başrolde oynadığı, Türkiye’de Ayrılık adıyla gösterime giren “Die Fremde” adlı bir sinema filmi bile Hatun Sürücü’nün trajedisini anlattı. Kitaplarda, televizyonların ana haber bültenlerinde, talk şovlarda, radyolarda, konferanslarda, paralel toplum, entegrasyon, İslam, islamofobi gibi kavramlar uçuşur oldu bol bol.
Sonuç: Var olan bir kanı, kesin bilgiye dönüşmeye başlamıştı ve cinayet haberini duydukları gün başlarına gelecekleri çok iyi bilen radyo çalışanları haklı çıkmıştı. İstisna olması gereken bir cinayet, kökeni Türkiye’ye dayanan her kadını kovalayan bir son gibi görülür oldu neredeyse. Kızını döven, zorla evlendiren baba hepimizin babası, silahı elinde tutan kardeş hepimizin kardeşi oluverdi. Biz, kendi özgür seçimleri ya da yaşamın sunduğu olanak ya da olanaksızlıklarla modern bir toplumda yer edinmeye çalışan “normal” vatandaş/ya da henüz vatandaş olmamış göçmen kökenli kadınlar, sırf aynı ülkeden geldiğimiz için başkalarının işlediği cinayetlerin hesabını verir olduk. Gittiğimiz bir toplantıda, bir partide yeni tanıştığımız biriyle şehrin herhangi bir sakini olarak havadan sudan, belki sinemaya gelmiş yeni bir filmden, bir konserden, son okuduğumuz bir kitaptan bahsetmeye hazırlanırken, açılan ağızlarda şöyle bir soru duyardınız sıkça: “Aaaa, başörtün yok, sorun yaşamıyor musun ailenle?” Eğer evliysen ya da başından bir evlilik geçmişse, zorla evlendirilmemiş olmana şaşardı bu kez de karşınızdaki. Siz de bu şaşırmalara şaşardınız ya, ne çare. Toplu bir kimlik tespiti yapılmıştı çoğunluk toplumunca, Kürt’ü, Türk’ü, Alevi’si Sünni’si, ateisti, agnostiği istediği kadar bir öz kimlik tespitinde bulunsun, Müslümanlık kavramında mutabık kalınmıştı.
Bu kimliğe sadık kalmadığı için öldürülen, ölümüyle gizli kinlerin, her türlü şovenizmin dışarı kusulmasına vesile olan ve kendi parıltısına hayran yepyeni yalancı duyarlılar yaratan Hatun Sürücü unutuldu. Başı kıbleye dönük Berlin’deki mezarı bakımsız, vahşi otlarla kaplı bugün. Hem başka nasıl olacaktı ki? Yaşarken ailesi tarafından sevilmemiş olan birinin ölüsü mü sevilecekti?
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.