Temmuz Çocukları-Gültekin Emre, Kültür Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran 2011

Gültekin Emre, Kültür Dergisi, Sayı: Nisan-Mayıs-Haziran 2011TEMMUZ ÇOCUKLARI
Günün birinde yazılacaktı Türk-Alman, Alman-Türk ortak yaşamının ipuçlarını ele alan bir roman. Ne de olsa aradan elli yıl geçti. İlk kuşağın sorunları, tedirginlikleri, kendileriyle hesaplaşmaları yer yer ortaya döküldü. Sonraki kuşakların dertleri, kaygıları ortaya çıktı değişik açılardan ve yurtdışı yaşamı farklı boyutlar kazandı durmadan. Kuşaklar arası çatışma varlığını hep gösterdi, aile otoritesi de sürekli işleyip durdu. Çocukların bir kısmı Almanya’daki anne-babanın yanında, bazıları Türkiye’deki akrabaların anında büyüdü, böyle durumlara özgü sıkıntılar da ailelerin başını sürekli ağrıtıp durdu elbette. Bu tür sorunlara ilişkin çeşitli çözüm önerileri çoğu zaman işe yaramadı, hayat bildiği akışını sürdürdü. Göçün yurtdışı ve yurtiçi boyutu aileden aileye değişik biçimlerde dışa yansıdı. Kiminde ağır sarsıntılara neden olurken, kimisi de kolay atlattı iki ülkede yaşanan bunalımları. Aileler parçalanarak ya da kendilerini koruyarak yaşayıp duruyorlar iki ülkede birden. İlk kuşak emekliliği çoktan hak etti. Doğdukları topraklara dönenler oldu, dönemeyenler dönme umutlarını hiç yitirmedi. Uyum sorunu Almanlar tarafından sürekli gündemde tutuldu. Okullarda Türk çocukları için ayrı sınıflar açıldı. Gençler arasında işsizlik, sosyal sorunlar zaman zaman patlama noktasına geldi, geliyor.Menekşe Toprak’ın ilk romanı Temmuz Çocukları Ankara ve Berlin’de, Noel atmosferinden hemen sonraki bir 31 Aralık gününde geçiyor. Romanın kahramanı Aysu, Ankara’da gençlerin gittiği bir kahvede arkadaşı Canan’ı beklerken, Berlin’de de radyo gazetecisi Klaus on beş yıl önce birlikte olduğu Türk kadınıyla (Aysu’un ablası Süheyla’yla) olan ilişkisini irdeler, düşünür. Aysu’un babası tanıdıklarının oğluyla evlendirir büyük kızı Süheyla’yı. İstenmeden gerçekleşen bu evlilik Süheyla’yı mutsuz eder. Klaus’la tanışır ve onunla tutkulu bir aşk yaşar. Kocasından boşanan Süheyla bir başkasıyla evlenir. Ruhsal bunalımlara girer, depresyon hapları alır sürekli. Aysu’un babası Sabri Bey sürekli Türkiye özlemi içinde yaşar Almanya’nın karla kaplı bir kentinde (Bunun hangi kent olduğunu belirtmemiş Toprak ama daha çok Almanya’nın batı kentlerinden birini andırıyor). Annesi Şükriye Hanım ise çocuklarının üstüne titreyen, onları koruyup, kollayan bir kadındır. Ailenin küçük oğlu Aziz, aile baskısını yaşamamak için başka bir kentte, Hamburg’ta üniversiteye gider. Onun Türk-Alman olarak bir sorunu yoktur. Noel’de ailesinin yanındadır ama aklı kız arkadaşıyla geçireceği gecede, partidedir daha çok. Aysu’un bir abisi de Mersin’de yaşıyordur kendisiyle ve ailesiyle bağını sürdürmeden.Aysu, ilköğrenimini ailesinin yanında tamamlamış, üniversiteyi Ankara’da okumuş, bir devlet dairesinde memur olarak çalışmaya başlamış. Yalnızlığa alışmış, aile baskısı yaşamadan ayakta kalmaya çalışan, bir dergiye Rilke’nin şiirlerini çevirmeye uğraşan, aradığı aşkı henüz bulamamış, çekingen, içine kapanık bir genç kadındır. Bir yandan da ayrıldığı erkek arkadaşı Şafak’la yeniden birlikte olmayı ummaktadır. İlkin en yakın arkadaşı Canan’ın annesine giderler. Canan’ın erkek arkadaşıyla sorunları vardır. Huzursuz, aşkı arayan bir kadındır Canan. Evdeki mükemmel yemekten sonra arkadaşlarıyla buluşmaya, Ankara’nın bir başka semtine giderler. Partideyken Ankara’ya yeni yılın ilk karı düşer.Ablası Süheyla Aysu için: “”Mutsuz bir kadın o. Mutsuz bir çocukluk, mutsuz bir evlilik, sonra umutsuz bir aşkın toplamından geliyordu Süheyla’nın deliliği.”” Almanya’da yaşayan pek çok Türk ailesinin yaptığı hatayı yapar Aysu’un babası daha çocuk yaştaki kızı Süyehla’yı sevmediği birisiyle zorla evlendirerek. Klaus, birkaç kez tutkuyla seviştiği kadının geldiği yeri şöyle değerlendiriyor: “”acınası göçmen işçi sınıfının kara çarşaflı kadınları, çember sakallı erkekleriyle bir tehdit unsuru olarak karşısına dikilen bir kültürün üyesi değil miydi?”” Klaus, Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bir semtin sokaklarında dolaşırken ve Süheyla’nın peşine takılmışken düşünüyor bunları. Geçmişte kalmış ama hâlâ unutulmamış bir aşkın peşine takılmak mı Klaus’un yaptığı, yoksa yaşlanmaya başlarken kendi geçmişini mi irdeliyor bir yandan da? Aslında ikisi de. Eşi ve kızı kendisini evde yılbaşı akşamına beklerlerken Klaus, eve gitmeyi geciktiriyor sürekli dükkânlarda, vitrinlerde oyalanarak. Fakülte yıllarından bir arkadaşıyla karşılaşıyor kahve içmek için oturduğu pastanede. Böylece karısı İranlı bu gençlik arkadaşıyla 68 Kuşağı’nın eylemlerine, etkinliklerine dalıp gidiyor. Süheyla’yı telefonla arar birkaç kez ama ulaşamaz bir türlü. Kendisini o sabah arayıp adını bırakan kadının Süheyla olduğundan yüzde yüz emindir. Süheyla yaşadıklarından dolayı “”yıllardır panik ataklar halinde nükseden, bazen hiç yokmuşçasına kendini unutturan, sürekli ilaçlarla kontrol altında tutulan psikolojik bir rahatsızlığın pençesinde boğuşup”” duruyordur aslında. On yedi yaşındayken evlenmesi hastalığının belli başlı nedenidir aslında. Yani istenmeden evlendirilmesi, mutsuz evliliği, aileden uzak büyümesi. Bu durum göçün kültür boyutunu da gösteriyor elbette. Geleneklerin baskısından kurtulamayan babasının kurbanı oluyor Süheyla başka pek çok Türk kızının başına geldiği gibi.Noel akşamı herkes gece için hazırlanmakta ama Aysu da ailesini, kendisini , ablası Süheyla’yı düşünür durmadan. Zaten romanın kahramanlarının hepsi kendi geçmişleriyle hesaplaşıp duruyorlar roman boyunca. Ailenin her bireyi başka başka dünyalarda yaşıyor: “”üstelik sadece mesafelerle değil, hayata bakışlarıyla, tercihleri, yapıp ettikleriyle bambaşka yaşam biçimlerine sahiplerdi””. Aysu’un en küçük erkek kardeşi annesinin gözünü açmaya çalışır Süheyla ablasının geçirdiği rahatsızlığın nedenleri üzerine düşüncelerini söyleyerek. Annesinin de ablasıyla birlikte bir doktora görünmesi gerektiğini söyler. Anne şaşkınlık içinde kendisini savunur. Süheyla’nın yaşadığı depresyonların nedenin çocukluktan, ailesinden uzak kalmasına bağlıyor Aziz. Anne ise, “”Ablan bizden sadece altı yıl uzakta yaşadı, asıl onun acısını çeken Aysu’la Yaşar oldu. Onların niye bir şey yok”” diye kendisini savunur. Türkiye’de yatılı okullarda ya da akrabalarının yanında okutulan ne çok Türk çocuğunun dünyasına da ışık tutuyor Menekşe Toprak romanında. Şükriye Hanım iki çocuğunu da küçük yaşta kaybetmiş, onların acısını da unutamamış. “”Anne doktorun dediğine göre, ablamın şu anda hasta olmasının pek çok nedeni var. Bunlar ortaya çıkıp konuşulursa, iyileşme şansı artıyor. Mesela, senin iki büyük ablamı kaybettiğinde yas tutmaya fırsatının olmaması… Sonra çok küçükken Aysu ablamı Süheyla ablama bırakıp gitmen… Doktorun dediğine göre bunların hepsi kaybetme korkusuyla ilgiliymiş. Bu korkuyu en çok hisseden de Süheyla ablam olabilirmiş.”” Şükriye Hanım bu değerlendirmeleri, yorumları suçlama olarak alıyor ve şöyle tepki gösteriyor: “”Sen ne diyorsun evladım? Bu nasıl bir suçlama? Ben erkek işçi almadıkları, baban gelemediği için kadın başıma bu memlekete geldim. Dilenmemek için, çocuklarımın geleceği için yüreğime taş basıp buralara geldim. Ne kaçması, bu nasıl söz? Bu nasıl bir iftira?”” Bu tablo ne kadar çok evde yaşandı, yaşanıyor kim bilir? Elbette aile uzaklardaki çocuklarının her istediğini yerine getirmeye çalışmıştır yazdan yaza geldiklerinde. Giysiler, elektronik aletler, oyuncaklar… Uzaklarda büyüyen çocuklar şöyle ya da böyle memnun edilmeye çalışılmıştır ama onların iç dünyalarında boy veren korkular, çalkalanmalar, kendilerine güvensizlikler, içe kapanmalar… giderilebilmiş midir acaba? “”Her sınıfta, her okulda göçmen, Almancı çocukları vardı… Garip çıbanlar… Yazları ailesinin gelmesini bekleyen, geldiklerindeyse yaşamlarının akışı değişen, kesintiye uğrayan, bir aylığına analı-babalı olmanın ayrıcalığına kavuşan ama çoğunlukla bu anne-babayı nereye koyacağını bilemeyen yaz çocukları. En çok da temmuz çocukları. Analı-babalı öksüz çocuklar.”” Romanın özü, özeti, düğüm noktası bu cümlelerde yatıyor.Hayat anılardan oluşmasa da Aysu geçmişine, anılarına, yaşadıklarına ve ailesinin dünyasına dalıp gidiyor yeni bir yıla girme arifesinde. Sonra Süheyla’nın intiharı acı bir yenilgi olarak alenin başına geliyor. Herkes kendini bir kez daha suçlayarak gözden geçirmeye çalışıyor. Aile, Süheyla’nın yattığı köyün mezarlığına fazla uzak olmayan yaylada bir araya geliyor. Ölüm birleştirir derler ya, işte Aysu’nun ailesi için de öyle oluyor. Dağılmış, parçalanmış, ayrı ayrı yönlere doğru savrulmuş aile bireyleri ölümün ardından doğdukları topraklarda bir araya geliyorlar “”Tıpkı elli yıl önceki gibi.””Menekşe Toprak, bize Şükriye Hanım ve Sabri Beyin yaşamları üzerinden, Daha çok Aysu’un gözüyle unutulması zor öyküler anlatıyor Temmuz Çocukları’nda. Göçün 50. yılında yabancı olma hallerini de gözler önüne seriyor gözlemlerini, yaşadıklarını ustaca romana yedirerek.İlk öykü kitabı Valizdeki Mektup’la edebiyat dünyasına sağlam bir giriş yapan Menekşe Toprak, ikinci öykü kitabı Hangi Dildedir Aşk’la (2009) da bu yerini iyice sağlamlaşmışken, ilk romanı Temmuz Çocukları’yla bir kez daha okurun karşısına çıkıyor. Diliyle, anlatımıyla, kurgusuyla, konusuyla, öyküleriyle kendisinden uzun süre söz ettirecek bir roman bu. Böylece göçmen edebiyatının üstüne kalın bir çizgi çekiyor Menekşe Toprak hiç sızlanmadan, gurbetten yakınmadan ve kimseyi yargılamadan..Yaşamlar, yaşananlar, kişiler üzerinden oluşturuyor romanın kurmaca dünyasını. Almanya’daki göçün getirip dayattığı huzursuzluğun, kültürel değişmelerin, boşluğa düşen ve kimliklerini arayan gençlerin dünyasına ışık tutuyor Temmuz Çocukları. Ayrıca Türkiye’deki gençlerin konumlarına da dikkat çekiyor Menekşe Toprak iki ülkeyi de iyi tanıdığı, bu ülkelerde yaşadığı ve derin gözlemlerini romanına aktarabildiği için.Gültekin Emre, Kültür Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran 2011