Orhan Pamuk’la Karşılaşmalar
Saf ve Masum Okuyucudan Düşünceli Yazara
Menekşe Toprak
Frankfurt Saint Paul Kilisesi’nde bir pazar günü. Kilisenin kristal avizelerinin sıcacık ışığı altında, gazetecilere ayrılmış bölümün sütunları arasından Alman Kitapçılar ve Yayıncılar Birliği’nin BarışÖdülü’nü alan Orhan Pamuk’u görmeye çalışıyor, onu dinliyorum. Elimde kayıt cihazım, Pamuk’un konuşmasının tam ve doğru kaydını yapmam, aynı gün Berlin’e dönüp çalıştığım radyonun Türkçe yayınlarına haber yetiştirmem gerekiyor. Hiç de gizleyemediğim bir gururla dinliyor ve izliyorum Pamuk’u. Batı’dan çıkmış roman sanatının, Dostoyevski, Thomas Mann gibi büyük romancıların onda yarattığı büyüyü, kendi topraklarında ise Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ve İstanbul’un üzerindeki etkisini anlatıyor, aslında Türkiye’nin okur yazar kitlesinin Avrupa kültürünü Avrupalıların varsaydığından çok daha evvel ve derinden özümsediğini söylüyor, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğini talep ediyor. Daha fazla vurguya muhtaç söyleme biçiminden içe kapanık bir yazarın topluluk içindeki sıkkın ama samimi yanını gördüğümü sanıyorum.
Pamuk, Almanya’da, benim geldiğim ülkenin döner kültürü dışında bir kültürü, bir dili, anlatabileceği derin hikâyeleri, köklü bir tarihi ve bunları yazabilen yazarlarının olduğunu hatırlattığı için gururumu okşuyor. Ama asıl başka bir şey daha yapıyor: Dergilerde henüz iki öyküsü yayınlanmış, kendi hikâyelerini kendi diliyle yazmaya cesaret edebilmiş bir yazar adayı olan bana, ruhumun derinliklerine sesleniyor: “”Genç yazarlar, hikâyelerinizi kendi karanlığınızda aramaktan korkmayın!”” Pamuk bana hikâyene sahip çık, kendine güven diyor.
Kayıt cihazımda Orhan Pamuk’un bu uzun konuşması, aklımda hazırlayacağım radyo programı ama bir yandan da yeniden alevlenmiş yazma tutkusuyla Frankfurt tren garında Berlin’e gitmek üzere treni bekliyorum. Telefonum çalıyor. Karşımda çalıştığım radyonun Almanca yayınlarından sorumlu redaktörü, Orhan Pamuk’un ödül törenindeki izlenimlerimi sabah yayınında anlatıp anlatamayacağımı soruyor. Sabah saat beşte, Almanca, hem de canlı yayında. Ürküyorum bu istekten ama hayır deme şansım yok. Çünkü dört yıldır Berlin’de 16 dilde yayın yapan bir radyonun Türkçe servisinde ne kadar iş alacağım dolayısıyla o ayı para sıkıntısı çekmeden geçirip geçirmeyeceğim birim yöneticisinin iki dudağı arasında duran serbest radyo gazetecilerinden biriyim. Bana yazmak ve okumak için zaman bırakan ama bu zamanın büyük bir kısmını geleceğe yönelik maddi kaygılarla geçirdiğim bir güvensizlik ortamı.
Yayında sunucuyla yapacağımız sohbeti, Pamuk’un konuşmasından alıntıladığım bölümlerin çevirisini kâğıda dökmüş, ses montajını tamamlamış, sabah saat beşte stüdyodayım. Fazla teklemeden sunucuyla sohbet havasında konuşmayı başarıyor, Pamuk’un sesine yer veriyor, sonunda bu işin bittiğini düşünerek rahat bir nefes alıyorum ki son bir sorum olacak diyor sunucu. “”Sen Orhan Pamuk’u seviyor musun?”” Aslında bu sorunun ardındaki niyeti biliyorum. Orhan Pamuk, BarışÖdülü’nü almadan önce “”Bir buçuk milyon Ermeni’yi, otuz bin Kürt’ü öldürdük!”” ünlü sözünü eylemiş, kamplar çoktan ikiye ayrılmış ya; bir yandan Pamuk’un bu sözlerini canı gönülden selamlayan Almanca yayınları çalışanları, öte yandan Pamuk’u Türk düşmanı ilan etmiş Türkçe biriminin yöneticileriyle karşı karşıyayım. Ama ben “”seviyor musun?”” sorusu karşısında tüm bu kamplaşmaları unutmuş, Pamuk’un her çıkan romanını heyecanla beklemiş sadık ve masum bir okuyucuyum sadece. Pamuk’un romanlarını lise yıllarımdan beri okuduğumu, sevdiğimi, onun eserlerini biraz da dönemsel romanlar olarak okumak gerektiğini (“”¦), en sevdiğim eserinin ise henüz Almanca’ya çevrilmemiş olan Sessiz Ev olduğunu anlatıyorum uzun uzun. Daha da anlatacağım ama sunucu araya giriyor; çünkü bize ayrılan süreyi çoktan aşmışız.
Stüdyodan çıktığımda reji yönetmeni, elinde telefon almacı, beni çağırıyor. Arayan radyonun genel yayın yönetmeni. “”Yaptığın haberi çok beğendim”” diyor kadın. “”Senin Almanca yayınlarında daha fazla çalışman gerekiyor.””
O günden sonra gerçekten de sık sık Almanca bölümünde çalışıyorum. Maddi kaygılar biraz hafifliyor ama sonradan anlıyorum ki benim iyi’liğim sadece teknik bir mesele değil, Pamuk’u seviyor oluşum. Dünya kamplara bölünmüş ya Pamuk sevenler ve sevmeyenler olarak, ne radyonun genel yayın yönetmeni ne de Pamuk’a veryansın yapan Türkçe bölümünün yöneticileri onun romanlarını biliyor. Benimkiyse henüz saf bir okur tutkusu.
Ama, bir yıl sonra, Ekim 2006’da, Nobel EdebiyatÖdülü’nün açıklanacağı gün, artık o saf okuyucu değil, elinde orijinal Orhan Pamuk sesi olan yaman bir gazeteciyim. Pamuk’un ödül alma ihtimaline karşı tedbirimi almış, çalıştığım radyonun Almanca, Türkçe yayınları ve Köln’de yayın yapan başka bir kanal için birer Pamuk portresi hazırlamış, bekliyorum. Ne de olsa bazen günlerce iş alamayan serbest bir radyocu olarak bir günde bir haftalık iş yapmış olacağım.
Bir aydır bıraktığım sigara ise burnumda tütüyor, nikotin isteği boğazımda bir düğüm, çözülmeyi bekliyor. Radyonun upuzun koridorlarının pencere kenarlarında muhabbeti koyulaştırmış tiryakilerin sigara dumanları inceden inceye burnumu yalıyor, aklımı çeliyor. Ama o da ne, Pamuk Nobel’i almış, Türkçe servisine telefonlar yağıyor: Bremen Radyosu, İnfo Radyo, Kültür Radyosu””¦ Herkes bir an önce orijinal Orhan Pamuk sesi, hakkında bir iki kelam edecek birilerine bakınıyor. Hangi birini yapacaksın? Ah stres! Ama en çok da, bir süre para meselelerine fazla kafa yormadan bana evime çekilip okuma ve yazmaya fırsat verecek imkânın o tatlı ürpertisi. Pencere önünde keyifle sigarasını tüttüren iş arkadaşım Nurkan’a ve sigara paketine bakıyorum. Nurkan olmaz dercesine başını sallıyor. Ama ben pencere denizliğindeki paketi almış, sigarayı yakmış, dumanı derin derin içime çekmişim. Tatlı bir baş dönmesi. Pamuk bir milyonu almış, ben de neredeyse bir aylık geçinme derdine girmeyeceğim kadar para kazanmışım, bir günde. Stres mi? Peh! Nikotinin boğazımdaki o düğümü çözen tatlı zehri nefis.
Pamuk, Nobel EdebiyatÖdülü’nden bir yıl sonra Almanya’ya geldiğinde, artık siyasi konulara girmeyen bir romancı olarak medya için sihrini yitirmişti. Ama Berlin’de, Hamburg’da büyük opera ve tiyatro salonları onu dinlemeye gelen, metrelerce uzayan kuyruklarda kitap imzalatmaya çalışan muazzam bir okur kitlesine ulaşmıştı. Bense YKY’de ilk öykü kitabı yayınlanmış çiçeği burnunda bir yazar olarak Pamuk’un katıldığı bu etkinliklerde, sırtımda hafif bir ürperti, hikâyelerimi yazmama aracı olan o çok sevdiğim Türkçe’yi onurlandıran bu adamı için için mutlulukla selamlıyordum.
Orhan Pamuk’u yıllar sonra, bu kez de İstanbul’da Masumiyet Müzesi’nin açılış töreninde dinliyorum, yine bir radyocu olarak, yabancı basına yönelik bir toplantıda. Ama meğer ben Pamuk’a karşı olan okur-yazar heyecanımı çoktan yitirmişim. Koskoca bir şirket, bir marka gibi görünüyor Pamuk gözüme. Herkesin tanıdığı, dünya kültür endüstrisinin de payını aldığı bir İstanbul markası. Fransa’dan, Almanya’dan, Hollanda’dan, Gürcistan’dan yayıncıları, çevirmenleri, gazeteciler Doğu’nun masalını Batı’nın vakıf olabileceği bir dille kendilerine anlatmış olan yazarını bekliyor. Pamuk’sa İngilizce konuştuğu basın toplantısında yabancı okurlarına romanla birlikte gelişen müze fikrini ama biraz da bizim ruhumuzu anlatıyor:
Büyük şehirlerin arka sokaklarındaki unutulmuş küçük müzeleri severim. Buralarda biz Türklerin anlayabileceği bir duygu vardır. Bir zamanlar zengin ve iddialı birileri güçlerini göstermek için anıtlar dikmiş, sanat eserleri yaptırmıştır. Sonra her şey unutulmuş ve solmuştur. Masumiyet Müzesi’nde bu geriye kalan şeylerin hüznünün şiirselliğini göstermek istedik.
Pamuk’un konuşmasını dinledikten sonra aynı gün müzeyi geziyorum. Masumiyet Müzesi romanındaki aşk kırgını Füsun’un, yolları dar ve çamurlu Çukurcuma’sını, bir zamanların karanlık ve yoksul Cihangir’ini bulamayacağımın bilgisiyle. Ne de olsa iki yıldır İstanbul’da yaşıyor ve Ankara’da yetişmiş biri olarak Pamuk’un romanlarındaki o eski ihtişamını yitirmiş, melankolik ve koyu İstanbul’un çoktan başka bir çehreye büründüğünü biliyorum.
Müzede bir kadın, yetmişli yıllara ait güzellik kraliçesi haberlerinin yer aldığı gazete kupürlerinin önünde durmuş, kamera karşısında Masumiyet Müzesi romanının Fransızca çevirisini okuyor. Muhtemel ki Füsun’un güzellik yarışmasına katıldığını anlatan sayfalar bunlar. Aynı şeyi, Füsun’un sigaralarını simgeleyen vitrinin önündeki Alman televizyoncular da yapıyor. Televizyoncular, belgeselciler, Pamuk’un son romanından sıçrayıp vitrinlere konuvermiş Füsun’un ve Kemal’in dünyalarına, dolayısıyla İstanbul’un yetmişli, seksenli yıllarına ait nesneleri dijital kameralarıyla yeniden resmediyor, bir hayalin nasıl somut yeni bir gövdeye büründüğünü kanıtlıyor.
Bense heyecanlanmıyorum. Seksenlerdeki bir gazoz şişesini görüp çocukluğunu hatırladığını söyleyen bir Türk televizyon muhabiri gibi şaşıramıyorum da. Dört katlı, ışıl ışıl bir binada romana sadık kalınarak 83 bölüme ayrılmış, her bir vitrininin ayrı bir modern sanat eseri olduğuna inandığım, yıllarca özveriyle hazırlanmış müzenin girişindeki merdivenin tırabzanlarına yaslanmış, düşünüyorum. Bir zamanlar sadece metnin ve yaratıcılığın gücüne inanmış ama artık bunun tek başına bir hükmünün kalmadığını kanaat getirmiş bir yazar olarak kederleniyorum. Utancımızın, çelişkilerimizin, karanlıklarımızın yani bütün insani hallerimizin utanç duyulmadan kendine yer bulabildiği yegâne özgür ve samimi ortam olduğuna inandığım edebiyatın, yeniden dillendirildiği, pazarlandığı, doğmadan önce projelendirildiği çağımızda masumiyetini nasıl yitirdiğini kavramış olarak kederleniyorum. Ama hem bu kederin hem de merdivenin altındaki tırabzanlara dayanmış bu çağa ait o düşünceli yazarın pek de öyle masum olmadığını da biliyorum.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.