Menekşe Toprak’ tan Yurtsuzluk Üzerine Öyküler (Behçet Çelik)

Menekşe Toprak, Hangi Dildedir Aşk, YKY, 2009

Menekşe Toprak’ın yeni öykü kitabı Hangi Dildedir Aşk’ta, mekânlar, şehirler ya da semtler kişilerin kimi zaman önüne geçiyor. Yerleşiklerinden bağımsız, onların dışında, onların hasbelkader içinde yaşadıkları salt bir mekân ya da üzerine bastıkları zemin olarak değil elbette, mekânı ve şahidi oldukları yaşantılarla, birlikte var oldukları, değişirken birbirlerini de değiştirdikleri türlü çeşit yerleşikleriyle birlikte hareketli bir varlık olarak algılanıyor bu mekânlar. Bu mekânlar arasında iki şehir öne çıkıyor: Berlin ve İstanbul. Özellikle Berlin, öykülerin çoğunda hayli rol çalıyor öykü kişilerinden. Menekşe Toprak’ın öykülerinde melezliğin, kimlik geçişliliklerinin, aynı anda hem iki yerde olmanın, hem de hiçbirinde olamamanın öne çıktığı (ve yazarın da Berlin’de yaşadığı) düşünülürse, bu rol çalma anlaşılırlık kazanabilir sanırım.

Yukarıdaki “”hem iki yerde olmak hem de hiçbirinde olamamak”” sözü de salt mekânla ilgili olarak anlaşılmamalı. İnsanın kendini konumlandırdığı, kendini gördüğü yerler, statüler, durumlar ve ruh durumları için de geçerli bu. Aşk da bir konum almak değil midir? Âşık olduğumuzda kendimizin dışına çıkar, sevdiğimize doğru bir tür göç yaşarız. Aşkın sona ermesiyle yeniden döneriz kendimize. Bazen de iki arada bir derede kalırız  “”hem iki yerde hem hiçbir yerde.”” Bir parçamız sevdiğimizde kalmıştır, ama büyük ölçüde kovulmuşuzdur. İlişki bitmiş de olabilir, sürüyor da, fark etmez; bizim için gelgitler başlamıştır (çoğu zaman sevdiğimiz için de), bir yanımız âşıkken, bir yanımız çoktan çıkınını toplamıştır. Ya da adı ve sanıyla kovulmuşuzdur, yine de ruhsal-duygusal olarak bizi kovanın yanındayızdır, öyle olduğumuzu sanıyoruzdur. Menekşe Toprak’ın öykülerinde, bu duygusal göç haline, başka bir deyişle duygusal iki arada bir derede kalmışlığa sıkça rastlıyoruz. Öykü kahramanları sadece mekân olarak değil, söz ettiğim anlamda duygusal olarak da iki arada bir deredeler. Sürekli bir yerleşememe halinden söz edilebilir.

Toprak öykülerinin çoğunda dağınık başlayıp sayfalar ilerledikçe toparlanan bir kurguyu yeğliyor. Parçaların birbiriyle ilişkisi öykü ilerledikçe ortaya çıkıyor. Öykülerin girişlerine hâkim olan bu belirsizlik öykülerin genelinde ele alınan geçişlilik ve gelgitler ile hayli uyumlu. Kitabın ilk öyküsü olan “”Doğu’da Bir Yerde”” adlı öyküde bu arada kalmışlık halinin farklı görünümleri bir arada bulunuyor. Mekânlar ve kültürler bağlamındaki arada kalmışlığın yanı sıra, anlatıcının yeni ayrıldığı sevgilisiyle ilişkisinde de gelgitli bir durum var. Öyküde altı hiç çizilmeyen bir hususa da dikkat çekmek gerek: “”Hiçbir zaman bir erkek bedenine öyle açık açık meyletmemiş”” anlatıcının yeni tanıştığı adama duyduğu ilgiyi fark ettiğindeki bocalama da bir başka arada kalmışlık örneği. Anlatıcının kendisiyle arasında da bir mesafe bulunduğunu, bu mesafenin azaldığı nadir anlarda kendisiyle de yüzleştiğini düşünmek mümkün.

Menekşe Toprak’ın öyküleriyle bize duyurduğu kabaca şöyle bir şey sanırım: Topyekûn bir göç halindeyiz hepimiz. Birilerine göçmen deyip geçiyoruz, ama ruhsal olarak hepimize sirayet etmiş bir şey göçmenlik, mültecilik. Bu nedenle bir türlü yerleşik duyamıyoruz kendimizi; değil sevgililik ilişkisinde, kendi başımızayken bile durmadan yerleşememiş olmanın telaşını duymamız bundan. Göçe zorlanmışız, öyle ya da böyle; insani bir yaşam sürdürmek varken, insani yanları giderek daha da törpülenmiş yaşantılarla ömrümüzü geçirmeye zorlanıyoruz. Bu durumun farkına nadiren vardığımız aydınlanma anlarından birini Toprak’ın öykü kahramanı şöyle anlatıyor:

İşte, duvarın çoktan kalktığı, ama duvarlı hallerin özlendiği, özlene özlene unutulduğu o eşikteydi. Yitikti şimdi bu şehirde, ne Doğu’da ne Batı’da, eski duvarın yok olduğu, yerinin yan yana beyaz iki kalın çizgiyle işaretlendiği, parçalarının lüks mağazalarda hediyelik eşya olarak satıldığı bir andaydı. Ve neyin kendisine ait olup olmadığına karar veremediği, çoktandır bir yuva olmaktan çıkmış evine varmak için şimdi gri bulutların arasından güneşin başını gösterdiği gökyüzünün altında, çift beyaz çizgiye basarak Batı’ya geçiyordu.

Kitabın ikinci öyküsü olan “”Hangi Dildedir Aşk”” ise bir yanıyla “”Doğu’da Bir Yerde””yi tamamlarken bir yanıyla da bu öyküde sözü edilen durumun farklı bir görünümünü sunuyor. Bu kez öykünün kahramanı İstanbul’daki bir Alman kadın. Farklı bir nedenle gelmiştir İstanbul’a, bir aşk kırgını değildir, başka bir saikle, çocukluğundan bu yana içinde taşıdığı bir merak duygusuyla, Berlin’den ayrılıp İstanbul’a gelmiştir. Birinci öyküdeki adamla ikinci öyküdeki kadın bütün farklılıklarına rağmen yerleşememişlik duygularıyla, hiçbir zaman hiçbir yere yerleşemeyeceklerinin az çok farkında olmanın verdiği beyhudelik hisleriyle, bu hisse rağmen harekete geçmeyi yeğlemeleriyle bir hayli benzeşiyorlar. İlk öyküde Berlin’in yaşadığı değişimlerden söz etmişti Menekşe Toprak, bu öyküde de İstanbul’un yaşadığı değişimin izleri var, özellikle Beyoğlu’nun, insanların, binaların, yaşantıların””¦

Bu iki öyküyü birbirine bağlayan siyah saçlı kadından da söz etmek gerekir. İlk öykünün anlatıcısı, “”yeni hikâyeler bulmak için ağız aradığı[ndan]”” söz eder bu kadının. İkinci öykünün bu esmer kadının ağzından aktarılan son bölümündeki şu cümlelerle kadının yazar olduğuna ilişkin düşüncemiz iyice pekişir:

Hiçbir şey bozmayacak içimdeki keşif duygusunu. Öyle ki, bu sevinç sanki başkalarının hafızamda birikmiş kurgularından oluşan kahramanlara ulaştıracaktı beni. Karşımdaki kadınla konuşuyor, karşımdaki kadını dinliyordum, ama aklım sözcüklerdeydi; aklım bir zamanlar bu şehrin ara sokaklarını anlatmış başkalarının sözcüklerindeydi.

Menekşe Toprak’ın bu cümlelerini öykülerin genel sorunsalını göz ardı edersek edebi metin içerisinde yazar olma hallerinden, ya da yazı yazmanın kendisinden bir biçimde söz etme eğiliminin, ya da okuyucuya okuduğu metnin bir yazarın elinden çıkmış kurmaca bir metin olduğunu hatırlatan (ya da unutturmayan) yaklaşımın bir örneği olarak değerlendirmek mümkün. Menekşe Toprak’ın bu iki öyküyü birbirine bağlayan yazar imgesiyle yapmak istediğinin ne olduğunu bilmiyorum, ama her iki öykünün de çevresinde dolanıp durduğu, farklı görünümlerini ele aldığı konuları düşününce başka bir noktaya dikkatimizi çekiyor olabileceğini düşündüm. Yazarın gelgitli hali, ya da başka bir deyişle yersiz yurtsuzluğu… Aklının sözcüklerde olması, hayat akarken (karşısındaki kadın bir şeyler anlatırken) sözcüklerle bunu saptama çabası. Hayatın içinde ve dışında olma hali””¦ İnsanlarla, canlılarla ve bunların birbirleriyle çatışmaları ve birleşmeleriyle dolu bir dünyanın yanında sözcüklerden yaratılmış yeni bir dünyada soluk alıp vermek. Bu iki dünya arasında gidiş gelişler””¦ Kimi zaman bu gelgitli halin yarattığı karmaşa  yurtsuzluk duygusunun farklı bir biçimi. Doğrusu, Toprak’ın bir noktadan anlatıcı kadının elinden alıp öyküsünü teslim ettiği yazar bunlardan çok söz etmiyor, sadece bu bir iki cümlede sezer gibi oluyoruz. Yine de yazarın öykülerde ortaya çıkışında, iki öyküyü birbirine yaklaştırmak, belki de bağlamak dışında öykülerin geneline hâkim olan yurtsuzluk hissini ya da arada kalmışlığı anıştıran bir anlam da olmalı gibi.

Başka bir göç haline ilişkin öyküler de var Hangi Dildedir Aşk’ta. Kişinin kendinden göçü. Bazen kendimiz olmamaya zorlanırız, içimizden gelenleri yapmamaya, bize dikte edilen şeyleri yapıp etmeye zorlanırız. Çocuk yaştan itibaren başlar bu zoraki göç. Giderek kendi benliğimizden sürülürüz; kendi bedenimizde bir yabancı barınmaya başlar. Menekşe Toprak’ın “”Yüzebilen Kelebek”” adlı öyküsü daha başta, öykünün ismiyle bunu duyuruyor. Yüzmeye zorlanan bir kelebeği düşündürüyor öykünün ismi. Bir çocuğun ağzından bir çocukluk travması anlatılıyor öyküde: Kendi olmamayı kabul eden çocuğun telaş ve korkusu, kendi bedenimizde, kendi iç dünyamızda yurtsuzluk duymaya nasıl başladığımızın da öyküsü aynı zamanda. “”Hikâyesi Olmayan Kadın”” adlı öykü için benzer şeyler söylenebilir. Bu kez öykü kahramanı bir kadın; onun hayatı da olağan çizgisinden çıkmış, sanrılar içerisinde yaşıyor, bir başka âlemle mücadele halinde  bu âlemle başka bir âlem arasında göç ediyor ilaç almadığı zamanlarda. Bu kadının sıkıntılarının nedeni de çocukluğunda başına gelmiş şeyler. Menekşe Toprak, belli ki ilk ilticamızı çocukken yaşadığımızı düşünüyor. Buna ilişkin bir ipucu da “”Hayal Kahvesi”” adlı öykü karşımıza çıkıyor.

Bu öykünün anlatıcısı Almanya’da farklı ülkelerden gelmiş göçmen işçilerin yaşadığı mahallelerden birinde kahve işletiyor. Kahvenin bulunduğu muhiti betimlerken çocuklardan da söz eder. Göçlere neden olan “”sınır””ların bilinmediği yaşlarda çok şey başkadır  dil de:

Bazen bu köşemde apartmanları ve onların içinde oturanları tek kişi gibi görüyorum. Modern ve kötü otel koridorlarını andıran, her katında en az on dairenin bulunduğu apartmanlardan aşağı dökülen dillerin, burada birleşip karmaşık bir diller yumağına dönüşmesinden belki de. (“”¦)

Bu sesin yeni bir dil olup olmadığını düşünürken okullar kapandığından beri kahvenin karşısına düşen alandaki küçücük parkta oynayan çocukların dillerine benzediğini fark ettim. Bir kaykay, salıncak, kocaman bir beygiri andıran yamrı yumru, etrafında kalın sicimlerin sarktığı tırmanma işlevi gören garip aygıttan ibaret parkta itişe kalkışa oynayan çocukların seslerine kulak kesiliyor, onların uydurma, anlaşılmaz dillerini anlamaya çalışıyorum. Çoğunlukla sanırım diğer yetişkinler, hatta ana babaları da öyle anlayamıyorum. Ama onlar anlaşıyorlar. Kendi aralarında uydurdukları yepyeni sözcüklerle””¦

Bu öykünün sonunda bir tanıdık daha çıkıyor karşımıza. İlk iki öyküde rastladığımız kadın yazar  ya da bir benzeri. Bu esmer kadın yazar bu kez de kahveyi işleten anlatıcının öyküsü ile kahvenin asıl sahibinin gizemli öyküsünü buluşturuyor. Kahveciyle kahvenin asıl sahibinin hayat çizgilerinin yaklaşıp birbirlerine değer gibi olup da bir türlü değmediği anda, kahvecinin rüyasıyla kahve sahibinin yaşantısını yazarın kalemi (ya da muhayyilesi) bir araya getiriyor. Hayatla yazı ya da rüya ile gerçeklik arasındaki sınırın her iki taraftan da ihlali, denebilir mi buna da?
Göçler de, yurtsuzluk hissi de, birilerinin gezegenin üzerinde hayali çizgiler çizmesiyle başlamamış mıydı?

Virgül, Aylık Kitap ve Eleştiri Dergisi, Mayıs-Haziran 2009