Menekşe Toprak’ın “Valizdeki Mektup”u üzerine…(Gültekin Emre, Cumhuriyet Kitap, 20.09.2007)

Bir öykü kitabı insanın dünyasını değiştirmez ama değiştirmeye yardım eder…
Bir ilk kitap Valizdeki Mektup. Bunda korkulacak ve çekinilecek bir durum yok okur açısından. Kuşku duymaya da gerek yok, bir yazarın ilk kitabı diye. Kimi okur çekingen ve önyargılı olur. Ama bir yazarı keşfetmenin keyfini yaşayanlar da vardır aramızda. 9 öyküden oluşan Valizdeki Mektup, okuru geçmişe, elbette öykünün geçmişine, bugününe alıp götürüyor, bu azımsanacak bir şey mi? Kitabı bir solukta okuyacaklar da olacaktır mutlaka. Nefes kesen öyküler değil ama çok şey söyleyen, fakat geveze olmayan, öyküler.

Gültekin EMRE

“Valizdeki Mektup”. Çocukluğumuza uzandığımızda kim bilir neler neler buluruz bizi etkilemiş, başımızı döndürmüş. Yıllar sonra kimi şeyler saçma gelse de zamanında nasıl da önemsemişizdir onu, onları. Örneğin yaşlı bir kadının ölümünün ardından eşyaları darmadağın olurken, bir çocuğun küçük bir valize sahip çıkmasını şimdi yadırgayabiliriz, eşyalarının gözden çıkarılmasına üzülmesini de yadırgayabiliriz, elbette. Ama, gelin bir de çocuğa sorun o valizin önemini, o evdeki tarihin onda uyandırdığı gizemi, merakı! Çocuklar da anne babalarına benzeyerek büyürler. Kavga ede ede, karşı çıka çıka bir yere gelirler, gelebilirlerse. Bazen, unutulan kimi şeyler bir anda karşımıza çıkıverir birden. Çoktan unutup gittiğimiz valiz de bir müzede gözümüzün içine bakar. İçindeki mektupları o zaman okuyamamak öyküyü yarım bırakmaz. Çocuk açısından öykü bir sonuca bağlanmıştır çünkü. Ama, okurun da hakkı değil mi yaşlı kadının geçmişi, öyküsü? Aslında kimi ipuçları verir yazar. Gerisini de okurun düşlemine bırakılır.Size bir soru: “Peki, unutmakla atmak arasında fark var mı acaba?””Güzel Bir Gün”, öyküsü Zeynep’le Cemil arasında kurulan, kurulamayan bir ilişkiye ortak ediyor bizi. Hem gizlidir bu sevda, hem herkes bilir. Kız kardeşler arasındaki kıskançlık her ailede vardır herhalde. Bilinçaltında biriken puslu görüntülerin ne zaman önümüze düşeceğini bilemeyiz. Cinselliğimizin elinden tutan, el yordamıyla yürürken, ne çok şey vardır. Tehlikeler dünyasında yapayalnızızdır aslında. Kime güveneceğimizi doğru dürüst bilemeyiz. Uyanan cinselliğin bastırılması bir işe yarar mı? O da belli değildir. Aile içindeki devingen ve değişken tutumlarla aradığı yolu kolayca bulabilir mi bir kız? Kumsalda güneşlenirken nelere dalıp gider bir insan? Bunu bilebilir miyiz?Bir soru daha? Cemil öldü mü gerçekten, yoksa Zeynep onun ölmesini mi istedi canı gönülden?”Eve Dönüş”, öyküsünde de var yalnızlığın ağır basıncı, baskısı, bulanık fotoğrafı. Öykünün sonunda kiracısına telefon açıp mektubunu haber vermek istemesinden belli bu. Uzaklardan evine dönen biri kendine ait bir şeyler bulabilir mi artık o evden? Hele evini kısa süreliğine birilerine kiralamışsa? Kendini birilerinin karşısında çıplak duyumsamaz mı? Özel eşyalarıyla kendisi hakkında her şeyi öğrenmişlerse, ne olmuş yani? Bu neyi değiştir? Uzaklara gitmiştir bir kadın, sevdiğinin ardından. Berlin’deki küçük dairesini birilerine kiralamıştır bir gün dönüp geldiğinde sığınacak bir yeri olsun diye. En son kiracısı bir Türk kadınıdır. O da Ankara’ya gitmiştir. Üstelik oradan telefon açmıştır az önce. Kendisine mektup olup olmadığını sormuştur. O da bir başka öyküdür elbette. Hepimizin yaşamı öykü içinde öykü değil midir birbiriyle kesişen ve teğet geçen yönleriyle? Ev sahibesi kiracısına gelen mektubu okumaya çalışır ama Türkçe olduğu için anlayamaz. Ama bir aşk mektubu olduğu kesindir bunun, çünkü bir erkekten gelmiştir ve bir erkekten gelen mektubu herkes anlayabilir. Kendi yalnızlığını unutup bir başkasının yaşamını merak eden bir öykü kahramanı ilginç değil mi?Bir soru daha: Bayan Kremer Ali’nin İstanbul’dan postaladığı mektubu Ankara’ya yollayacak mı?

KARŞILAŞMA

“Karşılaşma”, öyküsünün mekânı Viyana’dır. Öykünün kahramanı Berlin’de yaşayan bir Türk kadınıdır. Bir zamanlar yanıp tutuştuğu, çok arzuladığı erkekle Viyana’da bir kahvede oturuyor işte. Aralarında geçenler bir bir gözünün önünden ve belleğinden geçip gidiyor. Onsuz yaşadıkları da. Hayatının nereden nereye geldiğini düşünmeden yapamaz kadın. Adam başarılı biri olmuştur. Ama ilişkileri onları bir yere taşımamıştır ne yazık ki. Viyana’da, bir başka ortamda gelişeceği de yoktur. Kadın kendi içindekileri deşeler durur durmadan karşısındaki adamı incelerken, dinlerken. Bir şeyler uçup gitmiştir ve ilişkiyi yeniden başlatacak bir duygu da yoktur içinde. Kadın kendi kendisiyle şöyle konuşuyor öykünün bir yerinde: “Konuşacak bir şeyimiz var mı bizim? Hiçbir sözcüğün yetmeyeceği, hatta sözcüklerin her şeyi silip süpüreceği, yüklenilen tüm anlamları silivereceği yaşanmışlıkları korumak en doğrusu değil miydi? Onu ilk gören ben olsaydım, yaklaşır mıydım yanına?” diye geçiriyor kadın içinden. Kadının içinde bir boşluk vardır yalnızca, içinden çıkamadığı bir boşluk! Adam, kısa süreliğine bir işini çözümlemek için kalktığında, kadın adamı beklemeden ayrılır kahveden. Bu öyküye ilişkin de bir sorum var size: Kadının ne işi vardır Viyana’da?”Park”. Büyük kentlerin parklarının nasıl olduğunu bilmeyen mi var? Hem gizemlidir, ilgi çeker, hem de geceleri iti uğursuzu vardır korku salan. Gündüz ayrı bir dünyadır parklar, geceleri farklı fotoğraflar sunar. Köpeğini parkta gezdirmeye alışmış bir kadının dünyası nasıldır acaba? Köpeği olan bayanlar bunu iyi bilirler ama ötekiler -köpeksizler- bunu nereden bilecekler? Park gezileri normal seyrinde gitse sorun yok, bunun öyküsünü yazmaya da gerek yok elbette. Gece yarısı parka gitmeye alışınca bir köpek, işte buradan bir öykü doğar okurun kucağına. Sonra köpek ölür ama sahibinin gece yarısı parka gitme alışkanlığı sürer. Orada bir bankta ağlayan bir adam görür bir gece. Onu merak eder. Adam ağlamasını bitirdikten sonra arabaya binip gider. Ölü köpeğin sahibi kadın merakıyla baş başa kalır. Bu böyle günlerce sürer. Bir süre sonra adam görünmez olur ama kadın kimi beklediğini bilmeden beklemeye devam eder. Sonra yeni bir köpek edinmek için harekete geçer.Bakalım bu öyküyü dikkatli okudunuz mu? Adamın derdi nedir acaba?

AŞK

“Fırsat”. “Sahi, ne zaman başlar aşk?” bir öykü böyle başlar mı hiç? Neden başlamasın? Soruyu sorduğu anda aşka doğru yelken mi açmıştır öykünün kahramanı olan erkek? Belki de. Karşısındaki incecik kızı süzen ve gözünü ondan alamayan erkek arasında bir şeyin başlaması masadan masaya gidip gelerek gerçekleşmez. Ya? Kız, birden yerinden fırlar ve kendini şakır şakır yağan yağmura atar. Birini mi görmüştür kız, yoksa bir yere mi yetişecektir? Adam da kalkar kızın ardından. Kızı izler. Onu çaresiz bir biçimde kırmızı lambada beklerken bulur. İyice ıslanmış kızı alıp kahveye getirir. Eşyalarını toplamasına yardım eder. Bir süre sonra kızın evine gider. Kız adamı karşısında görünce şaşırır ama adamı içeri alır. Öykünün sonunu yazar da yazmamış. Ama bunu düşlemek hiç de zor değil.Bir soru daha: “Sahi, ne zaman başlar aşk?””Yokuştaki Kız”, öyküsü iki bölümden oluşuyor: “Bilinmeyene Yolculuk” alt başlığı 2. öyküde de devam eder. Yalnızca 2. öykünün adı değişir, “Seçilmiş” olur. Anadolu’daki toprak damlı, birkaç evli köylerden birine götürür yazar bizi. Köyün ve köylünün hali ortadadır, çocukların da elbette. Yemeleri ona göredir, yaşamlarında da bilinmeyen bir şey yoktur. Çocuklar düşe kalka büyür, büyükler yaşlanır ve ölür. Düşler de köyün kıt olanakları dışına çıkmaz pek, görülen rüyalar da fazla değildir zaten. Hayvanlar ve hava da köyün dekoruna uygundur. Köy çeşmesi de öyküye bir biçimde girer kızları yalnız bırakmaz. Burada da sevdalar alevlenir, mektuplar alınır verilir, gizlice haberleşilir, buluşulur. Çocuklukla ilgili anılarda bir eksiklik vardır hep düşten mi, yaşamdan mı kaynaklandığı belli olmayan. “Çünkü çocuklukla ilgili anılarda, hep bir delik var. Parça parça görüntüler, kokular, yüzler gelip gelip duruyor da karşısında, hiçbirinde bir bütünlük kuramıyor. Sonradan anlatılanlardan bütünlüklü birkaç hayat hikâyesi çıkarıyor belki.” Dört çocuğun arasında bir minik kız vardır öykünün belkemiğine gelip oturan. Almanya bu köye de damgasını vurmuştur bir biçimde Türkiye’nin yazgısı olunca. Sonra bir avuç yaşlının kaldığı bu köye kader bir adamı getirir bırakır. Dolmuş çekip gidince Ali Amca ilkin köyü gezdirir bu yabancıya. Sonra da evine götürür. Karısıyla tanıştırır. Büyük kentten emekli olan karı koca bu köye çekilmiş ve sakin bir yaşam sürmektedir. Adam, bir resim gösterir bu yaşlı karı kocaya. Resimdeki aile Almanya’ya göçmüştür. Adam bu resimdeki kızlardan birinin izini sürmektedir. O kız onun karısı olmuştur ve ayrılmışlardır belki de. Karısının yaşamının peşine takılarak onun çocukluğuna ulaşmak ister adam. Beklediği dolmuş gelmez ve kasabaya gidemez. Dolmuşu beklerken düşlere dalıp çıkar adam. Ali Amca bu yabancıyı evine götürür yine. Adam, yattığı odanın penceresinden gördüğü kadının yanına gider. Aradığı kadındır mıdır bu, karısı, çocukluğun peşine takıldığı mıdır? Yoksa bir düş mü? Sabah olduğunda gördüğünün, gece yaşadığının bir düş olduğunu düşünür adam. Herkes kendi tarihini arıyordur aslında. Kadın hiç konuşmayan babaannesini anlatır. Babaanne bir Ermeni kızıdır. Bir Türk kaçırır kızı. Evlenirler. Bir Ermeni, Türk kızıyla evlenmek isteyince, Türk aile izin vermez. Ermeniler zamanla köyü terk eder. Babaanne dört çocuğunu hiç konuşmadan büyütür. Komşu kızı Ali Amca’yla selam yollar ve akşama kendisini çaya beklediğini söyler. Düşle gerçek iç içe geçmiştir işte. Çık çıkabilirsen işin içinden?Bilin bakalım, acaba yabancı adam köyde kalacak mı?

YAŞAM

“Ah Şarap İçerken Bir de Gazete Okusam”. Plajda gazete okuyan bir kadının ardında yatan öykü bu aslında. Okuma yazmayı zar zor öğrenmiş ve Almanya’daki zorlu yaşam koşullarında kendini var etmeye çalışmış bir kadının dramı mı desem, trajikomik dünyası mı? Bilmiyorum. Türkiye’deki yaşamından sıyrılıp daha özgür bir dünyaya adım atmak isteyen bir kadının yaşamı ne kadar öyküleşebilirse, işte o var bu son öyküde. Değişen ve değişmeyen günler… Geriye dönüp bakılınca şükredilen yıllar… Elinden tutan pek kimse olmadığı için kendi başına bir yere getirmiştir yaşamını kadın, mutluluğu ve mutsuzluğu sürekli içinde taşımıştır. hep. Yarım kalan duygular, başkalarıyla kurtarmaya çalıştığı bağlar, başka aşklar, düşler, umutlar, yıkımlar…Son bir soru: Kadın gazete okuyabilseydi acaba hayatında ne değişecekti?

YENİ BİR YAZARI TANIMAK

Menekşe Toprak, Valizdeki Mektup’ta insanların tarihine, çocukluğa, bilinçaltına gidip gelmemizi sağlıyor. Öykülerdeki insanların yalnızlığı elle tutulacak kadar belirgin. İnsanın dünyasını apaçık belirleyen cinsellik de kendini ele veriyor bu öykülerde. Aşksa hiç eksik değil hüzünlü, yakıcı, buruk. Bir de kimlik arayışı var ki bu kitaptaki öykülerde, öykülerin kahramanları nereden geldiklerini, kim olduklarını bilmek isterler haklı olarak, okur olarak bizler de elbette. Öyküler kesin bir biçimde sonlanmaz; ya yeniden başa dönülür, ya da bizimle yaşaması için ucu açık bırakılır. Dedim ya, çekinmenize gerek yok yeni bir yazarı tanımak için. Öykü dilini bulmuş bir yazarın sıcak, samimi, yalın öyküleriyle sarsılacak, anlatımından etkilenecek ne çok okur vardır kim bilir!Şu soruyu kendi kendime sorup duruyorum kaç gündür: Valizdeki Mektup’ta ne vardı acaba? Sizi bilmem ama ben, yeni bir öykücü keşfettim, dünyam değişti.

Valizdeki Mektup/ Menekşe Toprak/ öykü/ YKY, Mart 2007/ 108 s.