Valizdeki Mektup (Metin Celal, Okuduğum Kitaplar, Cumhuriyet Kitap, 21.06.2007 )

Yalınlık, hikâyede üsluptan çok anlatılana ağırlık verilmesi son dönem hikâyecilerimizin genel eğilimlerinden. Sanki üsluptan özenle kaçıyor gibiler. Süslemeyi hele, hiç sevmiyorlar. Daha çok anlattıklarıyla bir dünya kurmak, orada farklılaşmak istiyorlar gibiler. Ama ne yazık ki, işlenen konular çok çeşitli değil. Hemen her kitapta farklı açılardan da olsa orta sınıf şehirlilerin sıkıntılarını okuyoruz. Genellikle de bir olayı değil bir zaman kesitini anlatmayı tercih ediyorlar. Anlattıkları zaman kesitinden geriye doğru dönüşlerle hikâyelerini oluşturuyorlar. Bu genel hikâye standardının dışına çıkan, çıkmaya çalışan hemen her yapıt doğal olarak ilgilimizi çekiyor. Menekşe Toprak’ın ilk hikâye kitabı Valizdeki Mektup’da (Yapı Kredi yay.) yer alan çalışmaları bu genel hikaye standardının içinden doğsalar da sınırları zorlamak istiyor. Bu durum belki de yazarın iki dilli, iki ülkeli olmasından kaynaklanıyor. Hem Türkiye’de, hem de Almanya’da olmak, iki ülkede yaşamak, öteki olma duygusunu yaşamak… Menekşe Toprak, Türk Edebiyatı’nda bir süredir gözardı edilen bir yazar kimliğiyle bizi yeniden buluşturuyor. Yetmişli, seksenli yıllarda bolca okuduğumuz, sonra okuyup anladığımızı ve tabii tükettiğimizi düşündüğümüz Almanya’da Türkçe yazan yazarlardan söz ediyorum. O yıllarda, bu yazarlarımız bize daha çok Türkiye’den Almanya’ya ekonomik ya da siyasi nedenlerle göç edenlerin gidiş hikayelerini, orada yaşadıkları uyum sorunlarını, memleket özlemlerini anlatan eserler verdi. Menekşe Toprak, onlardan daha farklı bir konumdan anlatıyor hikâyelerini Almanya’da büyümüş bir Türk olarak.Menekşe Toprak’ın, esas temaları duygu, mekân, ilgi, ortam değişikliklerinin insana yaptığı etkiler. Bu değişikliklerin insanın hayatında yarattıklarını, değişikliklere rağmen hayatı nasıl sürdürdüğümüzü işliyor. Özellikle başkasını anlamak olgusu üzerinde duruyor. Ama bir açıklama, çözümleme söz konusu değil. Durumu anlatıyor, gösteriyor ki durumu göstermekle yetinmek daha önce de söylediğim gibi günümüz Türk hikâyeciliğinin genel bir eğilimi. Kitaba adını veren Valizdeki Mektup, yazarın tüm niteliklerini kendinde taşıyan bir hikâye. Almanya’da yaşayan bir Türk ailesi yeni bir eve taşınıyor. Eski kiracı yaşlı kadından kalma eşyalar atılırken ailenin küçük kızının dikkatini bir tahta valiz çekiyor. O valizden çıkan defterler, mektuplar, fotoğraflar küçük kız için önemli değil. Onun için önemli olan küçük valizin kendisidir. Evdeki tüm eşya ile birlikte bu evrak da çöpe atılır. Oysa biraz dikkatli bakılsa bu evrakın aslında tarihi anlamakta yardımcı olacak belgeler olduğu ortaya çıkacaktır. Ama farkına da, ayırdına da varmazlar. Oysa küçük kızın yıllarca kullandıktan sonra iyice eskitip attığı valiz bile tarihi bir değerdir ve yıllar sonra hikâye kahramanın karşısına bir müzede çıkacaktır.Kitabın ana eksenini bu gidişler, dönüşler, buluşmalar oluşuturuyor. İki dilli, iki ülkeli olmanın yanında günümüz insanının temel konuları bunlar. İnsan ilişkileri, ister istemez ayrılıkları ve yeni başlangıçları getiriyor beraberinde. Ayrılıklar ve başlangıçlar da iç hesaplaşmaları. Kitabın arka kapağındaki tanıtımda “Yalnızlık, cinsellik, aşk, kimlik gibi temel sorunlar çevresinde dönen öyküler, hem samimi hem ustalıklı, hem yalın hem zengin” deniyor. Hikâyeleri okuyunca, gerçekten de bu izlenimi ediniyorsunuz. Ama içten içe bir çekimserlik var sanki. Yazar, tam anlamıyla samimi davranmıyor gibi. Bir sınırda duruyor. O sınırı geçse, daha rahat, daha açık seçik anlatsa, yani şimdikinden daha da samimi olsa sanıyorum günümüz hikâyecilerinin arasından sıyrılarak kendine has hikâyeleriyle seçkinleşecek. Kitabın diğerlerinden ayrıksı ve cüretkâr duran tek hikâyesi “Güzel Bir Gün” bu ipuçlarını veriyor.